Sena Demir
Eski bir tabirle, “makarayı biraz geriye saralım”. Bir süredir, dinci-faşistler, herkesin gözü önünde ilerici, demokrat kadınlara karşı açıktan bir linç, saldırı başlatmışlardı. Sosyal medya üzerinden, akademisyen, gazeteci, sanatçı, öğrenci... kimi gözlerine kestirmişlerse hakaretler, tecavüz tehditleri yağdırmışlar ve bu saldırının altında da iktidar çevresinin -onlarla anılan troller ve yeşil toplar- olduğu anlaşılmıştı. Bunlara sokakta tepki almayan dinci-faşistler, iktidarın genel saldırı dalgasını da görerek (-meslek örgütlerinin dağıtılması, sosyal medyanın engellenmesi, kıdem tazminatının kaldırılmaya çalışılması vb-) durumdan vazife çıkarıp İstanbul Sözleşmesini’de gündeme getirdiler. Türgev gibi kurumlara bakanlar, danışmanlar ardı ardına sözleşmeyi istemediklerini belirttiler ki zaten yıllardır “dindar ve kindar” bir nesil için hepsi canla başla çalışmışlardı da. Ama dertlerinin sözleşmeden daha fazlası olduğu da kesin; işin adını koymak Ayasofya toplanmasına nasip oldu. “Hilafet isterük” diye çıktılar. İktidara yakın basın “hilafet için tam zamanı” diyecek kadar moral kazanmıştı.
Böylece, her fırsatta kadınların ahlaksızlığından dem vurarak hilafeti-şerr’i devleti gündeme getiren dinci faşistler için İstanbul Sözleşmesi’nin iptal edilmesi istemi, “hilafet” istemi karşısında yalnısca küçük bir detay, ön grizgah olduğu da anlaşılıyordu. Ancak kadınlar, üstüste işlenen cinayetler ve saldırılar artınca, pandemiye bakmadan – ne de olsa ikisi de kara, açık bir ölümdü- sokağa çıktılar. Kolluk güçleri bir çok yerde eylemlere saldırdı. “Kadınlara yönelik şiddet dursun” diyen kadınlara devlet güçlerinin böylesi saldırısı ilk değildi, fakat bir tarafta dinci-faşist kitlenin önü açılırken diğer tarafta gazlar sıkılıyor, coplar inip kalkıyorsa bu sürecin kendi karakterini ortaya koyar. Durum bir sözleşme sorunundan daha fazlasıdır. Kadın özgürlüğü sorunu her aşamasında tamamen siyasal-toplumsal bir devrim sorunu halinde yaşanmaktadır. Ancak feministler hala sorunu sözleşme boyutuyla tutmakta ısrar ederek, durumu yumuşatma gayesiyle, iktidara bağlı gerici Kadem’i tam bu anda desteğe çağırdı. Ne de olsa İstanbul Sözleşmesi’nde onlar da vardı. Fakat dinci-faşistlerin Kadem’e küfürler arasındaki mesajı açıktı: “Sözleşme bitti, hilafet için yerinizi alın”. Bunun üzerine Kadem “Sözleşme iyi ama düzeltme yapabiliriz” diyerek lanse edilenin aksine kendi yaratıcılarına destek verdi. Herkes topu RTE’ye attı. RTE ise dinci-faşistlerin hala patronu olduğunu hatırlatarak, “merak etmeyin kendi sözleşmemizi yaparız” dedi. Bunun iki anlamı vardı: Biri, kadın sorununda artık her türlü saldırının anti-demokratik uygulamanın bizzat yürütücüsü olacağının alenen ilanı, diğeri de hızla uzaklaşan “muhafazakar” etiketli kadınların daha fazla uzaklaşmalarının önünü kesme arzusu. Böylece, sözleşme öldü, yaşasın yeni sözleşme! Özgürlük ve yaşam sorununu sözleşmelere indirgeyenlere bu sonuç hayırlı olsun, ancak emekçi kadınların bu ayaklanmalara artık tahammülü kalmamıştır.
Öte yandan bugünlerde sorulan soru şu; “Ne oldu da sözleşmeden vazgeçiliyor?” Soruya geçmeden önce “Ne olmuştu da iktidar sözleşmeyi kabul etmişti?” bir bakalım.
2011’de sözleşme tamamlanırken, iktidar bir yandan da Kürt ulusal hareketini masada boğmak için hazırlanıyordu. Ancak sokaklar hareketliydi. 2008-2009-2010 toplumsal mücadelenin yeni bir ivme kazandığı yılar olarak yaşanıyordu. Sokaklarda işçilerin, Alevilerin, hatta esnafların, çiftçilerin, eczacıların, öğretmenlerin, öğrencilerin büyük kitlesel eylemleri görülüyor. 8 Martlarda kadınlar, 21 Martlarda Kürt halkı, adeta gövde gösterileri yapıyordu. İşçilerin Taksim-1 Mayıs kararlılığı tüm çatışmalara rağmen sürüyordu. Yani sözleşmeye hükumetin dahiliyeti istek biçiminde değil, toplumsal mücadelenin baskısı ile oldu. 2014’te de imzalandı. Ama pratikte hiçbir anlamı olmayacak kadar kağıt üstünde tutulan bu güdük reform kırıntısından feminizm başarı hikayesi çıkarmaya çalışırken, burjuvazi de, dinci-faşist iktidar da yarattığı yansımayla içerde ve dışarda nefes almaya uğraştı. 6 yılda ise ortaya çıkan tek gerçek ancak birkaç bin kadının o an ölmekten kurtulması oldu, yarın değil. Milyonlarca kadının, cinsel, ekonomik, toplumsal şiddete uğradığı gerçeği ile sözleşmenin varlığı sürekli çatışır oldu. Bir tek maddesi bile hayat bulamadan ışığı sönmüştü. Kadınların bağımlılığının, ezilmesinin, aşağılanmasının, katledilmesinin, vücut bulmuş hali olan dinci-faşist iktidar varken, bunun aksi mümkün değildi de. Nihayetinde bugün halklara emekçi sınıflara topyekün saldırıya geçildiği sırada kağıt üstünde bile olsa faşizmin buna tahammülü olmadığını görüyoruz. O nedenle “ne oldu da sözleşmeden vazgeçiliyor” sorusunun peşine düşmek, kadın özgürlük mücadelesini ileri taşıyamaz, çünkü bu yeni bir “sözleşme” arayışıdır. Oysa sorun sınıflar savaşımının en yakıcı biçimlerinden birisidir. Yani kadın özgürlük sorunu sınıflar savaşımından bağımsız, ondan ayrı olan bir sorun değildir.
Sorulması gereken soru “özgürlük ve yaşam sorununun çözümü nerededir?”. Ve ısrarla, pratiğin de doğruladığı biçimde, buna vereceğimiz tek yanıt, sosyalizmdir.
Feminizm, on yıllardır, kadınlara, sorunun sınıflar üstü, iktidarlar üstü bir sorun olduğunu anlatarak boş inançları ve sahte umutları gerçeklerle değiştirmeye çalışmıştır. Ama sorun her seferinde gelip aynı duvara çarpmıştır. Bugün sözleşmeler kapışmasında da olan şey budur! Kadınların özgürlük ve yaşam talebi siyasal-devrim taleplerinden bağımsız değildir. Siyasal talepleri olmayan bir özgürlük mücadelesi de tarihte yoktur. Dinci faşist kitlenin “hilafet isterük” naralarının ilk hedefi kadınlar ve onların üzerinden tüm emekçilerdir. Bu naralara, saldırılara emekçi kadınların vereceği yanıt devrimden başka Bir şey olamaz. Köklü ve güçlü bir değişim isteyen kadınlar özgürlük mücadelesini daha ileriye taşıyacaktır. Sözleşmelerle oyalanacak kadar lüks koşullara sahip değiliz.
Comments