19. yüzyıldan itibaren yeni oluşan bilim ve antropolojinin sayesinde, onların çalışma sahası olan çağdaşımız “yerli kabilelerin” yaşamında çocukların çok ayrı bir yerde olduğu keşfedilir. Bu bilgilerin bir kısmı misyoner raporlarıdır. Çoğu misyoner raporunda, yerlilerin “çocuk eğitiminden” hiçbir şey anlamadıklarını, kınayarak anlatırken, daha bilimsel yaklaşanlar, bunun ilkel toplumun komünal yapısıyla bağlarını kurar.
R. Briffault, Analar kitabında, misyonerlerin eğitim disiplinine uymayan çocukları dayakla yola getirmesine tanıklık eden kabile kadınlarının tepkisini aktarır. Misyonerler için uygar dünyanın çocuk eğitiminde dayak, eğitimin bir parçasıdır ki, uygar dünyada bir çocuğun şiddet görmemesi, ana-babalar tarafından dahi düşünülemez. Oysa, çağdaşımız eşitlikçi “yabanıl”larda, bir çocuğun şiddet görmesi, düşünülemezdir.
Ana-babalar, “çocuklarının terbiye edilmesine sabırla katlanmak yerine müthiş öfkeleniyorlar ve bu duygularını dışa vuruyorlar; özellikle de anneler çılgınlar gibi bağırıyor, saçlarını başlarını yoluyor, çıplak göğüslerini taşlarla dövüyorlar...”
Bu yüzden misyonerler, çocuk terbiyesinde çok zahmet çektiklerinden yakınırken, Eskimo’lar gibi yerliler ise bundan çok farklı sonuç çıkarırlar; “beyazlar” çocukları dövecek kadar katı yürekli”dir ve onlar “çocuk sahibi olmayı hak etmiyorlar”dır.
Bir erkeğin karısına, bir kadının kocasına sevgi duymasına anlam veremeyen yerliler, sıra çocuklara geldiğinde (üstelik “baba” karısının çocukları arasında ayrım gözetmez), “aşırı düşkün” olurlar ve uygar dünya insanı da buna anlam veremez. Savaş anlarına tanıklık eden “beyaz” gözlemcilerse, bilhassa kadınların çocukları korumak-kurtarmak için işkencelere katlandıklarını, kendi canlarını hiçe saydıklarını (o çocuğu, o kadın doğurmasa bile) not düşerler. Bunlar “sömürgeci beyazlar” için olağanüstüdür, çünkü çocuklar arasında gayr-i meşru ayrımı yapmakla kalmaz, onları açlığa ve savaşa rahatça kurban ederler.
Malinowski ise, gözlemde bulunduğu “vahşi” kabile çocuklarının çok özgüvenli ve özgür olduklarını, adeta ayrı bir “çocuk cumhuriyeti” oluşturduklarını söyler. Bu çocukların kendi aralarındaki ve yetişkinlerle olan ilişkileri uygar dünyadan tamamen farklıdır. Şiddet bir yana, uzanmış, boş boş oturan ya da oyun oynayan bir çocuktan, o sırada bir yetişkin bir şey istediğinde (örneğin “bir bardak su”), çocuğun çok rahat, kaygısızca “hayır” dediği ve “hayır”ın karşısında yetişkinin ona hiçbir şey yapmadığı -ısrar dahi etmediği- görülür. Ne bir ceza, ne bir ahlak dersi...
Başka gözlemciler, çocuklar arasındaki oyunların ezici bireyci bir hırs-rekabet içinde olmadığına, puanlama dahi yapmadıklarına, buna karşın çok eğlendiklerine dikkat çeker.
Özcesi, “ilkel” toplumla uygar dünyanın çocuklara davranışı, onlarla kurduğu ilişki, bu iki toplumun diğer konularda olduğu gibi bu hususta da taban tabana zıt olduğu görülmüştür.
“Çocuk Cumhuriyeti”, elbette etnoloğun bir benzetmesidir, ancak uygar dünya gerçeğinde benzetmesiz, çocuklar özel mülkiyetin köleleridir. “İlkel”lerde çocuklar kabilenin (klanın) geleceğidir ve onun tarafından sahiplenip, beslenir, korunur. Uygar dünyanın sınıflı tüm toplumdaysa, çocuklar çocuk olarak değil, insan olarak hiç değil, bir servetin mirasçısı ya da mülkiyetin kendisidir. Böylece ana-babaların sözde koruma ve yetiştirmesine bırakılır. Ve onlar çocukları her konuda ve her şekilde itaat ile yükümlendirip, bunu öğrenmeleri için de en ağır yasak ve cezalandırmaları devreye sokarlar; şiddet, açlık, yoksun ve yalnız bırakma... Yani sınıflı toplumun bu ailelerden istediği her şeyi aileler, çocuklardan ister. Bu sayede egemen olan egemenliğini daha çocuklar üzerinde kurmaya başlar.
Misyonerler, “ilkeller”deki çocukların kendi aralarındaki cinsel oyunları yok etmeye, lanetlemeye verdikleri önemi, uygar dünyanın aile içi ensestliğine, çocuk köleliğine, çocukların cinsel olarak köleleştirilip ticaretin aranan metası yapılmasına karşı gösteremeyecek kadar sınıflı toplumun iki yüzlü ahlakçılığına sahiptir. Yalnız misyonerler mi? Sınıflı toplumların tümü boyunca, bütün kurumlar – aile kurumu da dahil – eliyle çocuklar özel mülkiyetin kölelik çarklarına terk edilmiş, kurban edilmiştir.
Zanaat loncalarına, “eti senin kemiği benim” denilerek verilen çocuklar, kapitalist çağda, fabrika sisteminin ucuzdan da ucuz ücretli köleleri olmuştur. Köleci toplumda, borç karşılığı satılan -kiralanan çocuklar, kapitaliste kiralanmaya başlamış, vahşi sömürünün içinde kemikleri dahi gelişemeden yaşlanmış, sakatlanmış, “iş kazaları”nda sönmüştür hayatları... Köylü topluluklarında çocuk beslenmesi masadan arta kalanlarken, kapitalizmde, özellikle ilkel sermaye birikim dönemleriyle birlikte, sokakların “haydut çeteleri” olarak, kendi karınlarını kendileri doyurmak için şehrin “çöplüğü”ne atılabilmişlerdir. Ve hala her krizde bu “çöplüğe” daha kitlesel olarak mahkum edilmektedirler. Şehirlerin kaldırım taşlarına gösterilen özen, harcanan milyonlar, çocukların sefaleti ve açlığı pahasınadır.
Peki ya bugün, bu topraklara geldiğimizde durum çok mu parlak?
Milyonlarca çocuk güncel ifadeyle “kronik beslenme yetersizliği” yaşıyor. Resmi verilere göre iki milyondan fazla çocuk işçi var. Bu durumun kendisi zaten bir cinayetken, her yıl daha fazla çocuk iş cinayetinde hayatını kaybediyor. Sermaye sınıfının asla vazgeçemediği ucuz iş gücünün kayıt-dışılığının ise önemli bir kısmını göçmen çocuklar oluşturuyor. Milyonlarca çocuk eğitim dışında ama yanı zamanda eğitim sisteminin dünden daha anti-bilimsel, anti-laik olmasıyla, bütün yoksulların, emekçilerin çocukları, dinci faşizmin elinde her türlü gericiliğin ve saldırının altındadır. Dinci faşist iktidar ezilenlerin, emekçi sınıfların çocuklarını kendi sınıfının düşmanı haline getirmek için gösterdiği çaba, önceki dönemlerden çok daha yüksektir. Çocukların karşılaştığı cinsel saldırılarsa çürümenin korkunç düzeyini göstermektedir. İşin aslı şu, tüm bunları ister rakamlarla gösterelim, ister yaşanmış ve yaşanmakta olan olaylarla, hiçbiri tekelci kapitalizmin çocuklara yönelik kıyımını bütün gerçekliğiyle ortaya koyamayacaktır. Öte yandan, bu ne sadece bir ekonomik krizle ya da ne bir “parti hükümeti”yle sınırlıdır. Bu, kapitalist sistemin kendisinden kaynaklanan, onun ezilenlere, emekçi sınıflara karşıtlığını, yıkımını anlatan bir durumdur.
Marx, çocuklar ve gençlerin kendilerini savunacak durumda olmadıklarından, toplumsal-sınıfsal olarak onların haklarının korunmasından sözeder.
Aslında bütün uygarlık boyunca bir tek proletarya ile burjuvazi arasındaki sınıf savaşımının daha başlarında, Marx’ın uzun bir iç savaş olarak tarif ettiği iş günü ve çalışma yasalarıyla ilgili işçi sınıfının mücadelesinin bir parçası olan çocuk işçiliğinin son bulması talebi, proletaryanın devrimci bir sınıf olması açısından bir başlangıç noktasıydı. Elbette o sırada, doğrudan amaç, onların çocuk olarak korunması değil, emek pazarının dizginsiz, vahşi, kapitalist sömürüsüne bir sınır çekmek içindi. Ancak böyle bir şey de zaten, tek tek ailelerin kendi çocuklarını korumaya kalkmasıyla mümkün olamazdı. Hala da mümkün değildir. Tek tek aileler çocuklarını ne sistemin saldırılarından, sömürüsünden, çürümesinden ne de kendi geri geleneklerinden, şiddetten vs. koruyabilir. Kapitalist çağda çocukların uğradığı şiddet, sömürü, taciz, sefalet, eğitim-gıda-sağlık-barınma vb den yoksunluk ne aileseldir, ne aile ile sınırlıdır. Bu toplumsal-sınıfsal bir sorundur.
Proletarya sorunu böyle ele aldığı için, kapitalist iktidara son verdiği her yerde çocukların, toplum ve insanlık için gerçek anlamını da göstermeye başlamıştır. İlkel toplumla uygar toplumun taban tabana zıt olması gibi, sosyalist toplumda kapitalist, sınıflı toplumla zıttır. İlkel toplum çocuklarına düşkün olsa bile bunun altında o topluluğun üretim ve insan kıtlığı yatmaktadır. Oysa sosyalist toplumun hedefi, temeli bir insan toplumudur.
İşçi sınıfının ilk sosyalist iktidarı SSCB’de, devrimin ilk icraatı çocuk işçiliğinin kesin olarak yasaklanmasıdır. Ve Sovyet iktidarı boyunca da çocuk işçiliği bir daha yaşanmaz. Ve henüz 1. Paylaşım Savaşının yıkımı orta yerdeyken, üstüne iç savaş yaşanıyorken, yani en olanaksız şartlarda dahi çocukların gıda-beslenme sorununu çözmek için katı tedbirler almıştır. Yani kapitalizmde ekonomik krizlerde, savaşlarda çocuklar kitlesel açlığa mahkum edilebiliyorken, işçi sınıfı kendi iktidarında en zorlu dönemlerde dahi çocukların gıda-beslenme sorununu ilk önlemleri arasına alarak farkını çok açık ortaya koymuştur. Ve sosyalizm inşasıyla da sorun, açlık-yetersiz beslenmeyle mücadeleden, daha iyi ve sağlıklı beslenmeye dönmüştür.
Nazım Hikmet, sosyalizmi hiçbir çocuğun yatağa aç girmemesi biçiminde tarif eder. Birileri de fantastik bir yalancılıkla bunun kapitalizme, tekelci iktidara dokunmadan olabileceğini iddia eder. Ya da sosyalizm yerine Batılı kapitalistleri ileri sürerek “halen orada çocuklar tok” der. Bir avuç emperyalist ülkenin hem kendi emekçilerini, hem de dünyanın geri kalanını sömürerek (milyarlarca çocuğun sefaleti pahasına) ve bu sömürüden kırıntıları “toplumsal refaha” aktarması ise önemsiz bir detaydır onun için. Önemli olan sorunun şiddetli biçimde yaşanmaması, çözülmüş-müş algısıdır. Oysa sosyalizm sorunun şiddetli, düşüklüğü biçiminde değil, köklü ve kesin çözüm olarak ele alır ve uygular.
20. yüzyılın bütün sosyalist ülkeleri, hem devrimlerin ilk önlemlerinde hem de sonraki tüm dönemlerinde çocukları çok ayrı bir yerde tutmuştur. Ayrımsız tüm çocuklara (çocuklar arasındaki gayri meşruluk, cinsiyet ırk ayrımını kaldırır) gıda, sağlık ve eğitim tam ve eksiksiz verilir.
Örneğin çocuk-bebek sağlığı daha doğmadan başlayan ve ebeveynlerin imkanına talebine terk edilmeden sosyalist devletin özel olarak ele aldığı bir konu olmuştur. Çocuklar hasta olsun, olmasın düzenli sağlık kontrolünden geçer. Bugün hala Küba’da, çocuklar üç ayda bir, yetişkinler altı ayda bir sağlık kontrolünden geçer. Küba sosyalist bakışla tıbbı ele almış ve “önleyici tıp” sistemini geliştirmiştir. Böyle bir şey kapitalist özel çıkarın egemen olduğu, sağlıkta tekelci egemenlik varken gerçekleşmesi bile düşünülemez.
Aynı şey eğitim alanı için de geçerlidir. Bütün çocukların eğitim hakkı sağlamakla kalmaz, eğitim üzerindeki cinsiyetçi, ırkçı, gerici tüm unsurlar kaldırılır ve bilimsel eğitimin gelişmesi sağlanır. Çocukların spor, sanat, kültürel gelişiminin yanında dinlence, eğlence, tatil faaliyetleri eğitimin bir parçası olur. Özcesi çocukların sosyal yaşamı eğlence-tatilden, kültürel faaliyetlere, spor, sanattan bilime, okuldan çocuk bahçelerine, kreşlere kadar örgütlenir. Sosyalizm altında bunlar onun en doğal hakkıdır. Ve çocuklar üzerindeki şiddet (aile içi ve toplumsal), geri geleneklerle tam bir mücadele yürütülmüştür. Ve SSCB’de 70 anadilde eğitim verilmiştir. Sovyetleri, sosyalizmi “eleştirmeye” kalkan batılı Avrupa liberal aydın takımı bile, sosyalizmin çocuklara sunduğu yaşam karşısında şunu itiraf etmek zorunda kalmışlardır; “Çocuklar sosyalist devletin ayrıcalıklı sınıfıdır.”
İşçi sınıfı, 19. yy başlarında çocukların kapitalist sömürüsüne karşı çıkmakla başladığı mücadelesine, kendi iktidarında, sosyalizmle bunu çok daha ileriye taşımıştır. Ezen-sömürücü sistemden, çürüme ve yozlaşmadan kurtarmakla kalmamış, özgür, sağlıklı gelişimin yolunu açmış, onlara insanlığın geleceği olarak da çok ayrı bir değer vermiştir.
Comments