Çocuğum... Henüz kaç yaşında olduğumu hatırlamıyorum. Bir yaz sabahıydı. Babamla dağ yürüyüşü yapmaya gitmiştim. Yokuş aşağı inerken ayağım kayıyordu... Az daha ağzım burnum dağılıyordu. Babam zor yürüdüğümü görünce elimden tuttu. O anı asla unutmadım; içimin boş odalarına sakladım her bir salisesini...
Babamdı o benim, yaslandığım ağacım, sığınağımın kapısı... Birçok işte çalışır, pek iş beğenmez. Ama aslında her şeyden biraz bilir, eli her işi görür... Annemle görücü usulü evlenmişler. Başkaları onları birbirine uygun bulmuş. Onlar da buna itiraz etmemişler. Tek çocukla yetinmiş başka çocuk istememiş annem.
Annem 3 kız kardeşin en küçüğü, okumak istemiş ama köy dışına göndermek istemediği için dedem okutmamış. Ablalarından sonra evlilik sırası ona gelmiş. Kız dediğin çabucak evlenir, evini çocuğunu kocasını bilmelidir dermiş, dedem. Annem; gül yüzlü annem. Benim adımı da o koymuş; Güldal.
Günler aylar akıp gidiyordu. Sayıların senelerin henüz hesap edilmediği çağlardaydık. 75 kişinin yaşadığı küçük bir köydü bizim köyümüz... Herkes herkesi tanır sayardı. Bir gün babam eve gelirken ağzı kan içindeydi. Ön bir diş dahil sol tarafın bütün dişleri yoktu. Ara ara dayak yiyip gelmesine alışmıştık artık. Bir kaç gün yatar dinlenir geçerdi. Ama dişlerini kaybettikten sonra kendisi gibi görüntüsü de korkunç olmuştu. Artık dışarıya daha seyrek çıkıyordu ve daha huysuz bir adamdı. Anneme kötü davranır dövmek için bahane bile aramazdı, geceleri ağlardı sessizce...
İyiliği kötülüğü düşünürdüm ben. İyi insanlar ve kötüler. Bizim dışındaki canlıların da iyisi kötüsü var mıydı? Ben kötü biri miyim? İyi insanlar neredeydi? Kimlerdi? Kaç kişiydi?
Eve katkıda bulunabilmek için gelinlik çağındaki kızlar örgü örer, nakış işlerdi... O kadar güzel gül işlerdi ki sanki gerçekmiş gibi gören herkes bakmaya doyamazdı... Güldalına konan serçe haber almayı temsil eder, kelebekler de aşkı. Hiç aşık olmamış bir kadın aşkı nasıl bu kadar güzel ifade eder. Nasıl ilmek ilmek işler beyaz kumaşa. Günün en aydınlık saatlerinde camın önüne oturur nakşederdi. Dakikalarca izlerdim onu... Gül dalına başlaması yeşil soluk pembe cılız dikenli dallar, yapraklar... Bir ressam misali iğneyi kalem gibi kullanırdı.
Köy pazarına gider beraber yiyecek içecek alırdık. Annem, güzel annem, yaralı kadersiz annem. “Kızların kaderi anneleri gibi olurmuş” der dururdu. Böyle dediği zamanlarda pek anlam veremezdim. Ta ki o güne dek, bir gece yarısı babam eve sarhoş geldi. Her şeyini kumarda kaybetmiş, öldüresiye dövülmüş, hiçbir şeysiz kalmıştı. Zaten kötü olan hayatımız iyice berbat olmuş evimizden de olmuştuk... Küçük köyde parmakla gösteriliyorduk artık.
Annem ertesi sabaha beni de alarak dedeme gitti. Ben avluda otururken bağırışlarını duyuyordum. Gidecek bir evim yok artık. Kızımı o adama bırakamam ne olur yalvarıyorum. İki gözü iki çeşme ağlıyordu içeriden çıkarken. Üvey anneannem ısrar etse de yemeğe kalmadık. Sahi neden bazı insanlara üvey denir? Annem elini yüzünü yıkayıp toparlanınca çıktık. Dedemin evine bir daha asla gitmedik...
O kadar hızlı yürüyordu ki annem elimden tuttuğu halde sürükleniyordum sanki, adımlarım yavaş geliyordu, ellerim acıyordu ellerinden, kolum kopacak sandım... Henüz 10 yaşımdaydım. Köyün dışında bir arazinin başında durduk, biraz daha ilerisi orman. Ormanı geçtik mi sınıra yaklaştık demektir. İzimizi bulana kadar sınırı geçeriz...
Bak Güldal’ım burası sonun başı bizim için. Her şey burada bitti. Ve burada başlayacak. Ben senin ve benim kaderimi bundan sonra değiştireceğim. Benim kaderim anneminkine benzemeyecek. Seninki de bana...
Anneannen çok acılar çekmiş. Bir çok kez düşük yapmış. 3 kız çocuğu dünyaya getirmiş. Erkek çoçuğu olmadı diye babam ikinci kez evlenmiş. Ama karşılığında ablamı berdel yapmak istemiş. Annem buna itiraz edip 1982’de bizi yanına alarak kaçmak isterken, babam annemi şu ormanda öldürdü. Tek bir kurşunla şuracıkta. Annem yalvarıyordu kızlarımın önünde yapma diye. Zeynep ablam bizi oradan uzaklaştırırken kulaklarımızı sağır edercesine tek kurşun sesi duyduk.
Birkaç gün sonra gene aynı yerdeydik Zeynep ablamla. Elinde bir gül fidanı. Kanların olduğu yerde küçük bir çukur açıp fidanı ektik. Annemin bedeni burada mı bilmiyoruz. Ama biz kanının olduğu yerde ruhunu yaşatmak istedik, gördüğün gibi köyün en güzel yeri burası oldu her sene büyüdü ve çoğaldı. Gül bahçesi oldu.
Bir yerlerde yazıyordu truva savaşlarında hekimler gül yapraklarından ilaç yapıp savaşçıların yaralarına sürermiş. Bize de şifa olur, hıdrellezde dilekler tutulur, annemin göğsüne bırakılır. Güller açsın, her tomurcukta gül yüzü gülsün istedik. Gören herkesin yüreği yumuşasın, bir gölgesi olsun, kuşlar konsun yuva yapsın. Annem ikinci eşi, kumayı kabul etmeyip, kızını vermeyi reddettiği için öldürüldü...
Olmayan şerefi yerle bir olmuş sözde... Şeref neydi? Yıllarca düşündüm. Kendi ailesi dahi bütün köy şahit yaşananlara, ama kimse duymuyor görmüyor bilmiyor. Sanki annem hiç olmamış bu dünyada...
Annemin gözleri hikayesinin ağırlığından mıdır bilinmez uzaklara daldı… Anlatmanın acıyı hatırlatmadaki o derin sızısını duymuş olmalıydı. Teyzem bu ağrıyı tanıdığından olsa gerek anneme bir gün; gül ağacının dibine annelerinin ağzından bir not bırakmış: ”Biliyorum geçecek bu ızdırap, bir kaç gün sonra daha az hissedeceksin. Hemen şu anı geç ve sonrasını düşün. Bu ilk olarak senin başına gelmedi... Acını kabullen ve onun üstüne çık.”
Namus cinayetine kurban gitmiş bir mezarı bile olmayan kadınların anısına…
Rabia Can
8 Aralık 2019 Pazar
Comments