top of page

Kadınlara Acımayın!


Bu bir 8 Mart yazısı değil sevgili okur. Ne 8 Mart’ın tarihçesinden söz edilecek, ne de emekçi kadınlar gününde neleri ön plana çıkartmak gerektiğinden. Bu, aynayı kendine doğru tutma çabasıdır. Yalnızca geniş emekçi yığınlar arasında değil, en bilinçli proleter kadınların da senede bir kez gündeme getirdikleri bu sorunun çözümü için, hemen bugünden ve bundan sonra her gün nelerin yapılması gerektiğini, birlikte düşüneceğiz. Başlangıç için son birkaç söz: “Madem ki sadece 8 Mart dolayısıyla kadın sorununun hatırlanışı eleştiriliyor; bu yazı neden şimdi çıkıyor?” türünden bir samimiyet testine de hazırdır bu yazı. Ne yazık ki bir sorun ancak, en çok gündeme geldiği günlerde dikkati çekiyor. Bu yazı, kendini okutmak için bu tarihi seçti.


Öyleyse, sevgili okur; ne “ilkel-komünal toplumdan…” ile başlayıp, “bu sorunun çözümü sosyalizmdedir” ile biten bir tarih dersine hazırlan ne de yaşadığımız topraklarda emekçi kadınların öne çıkması üzerine analiz bekle. Bunları zaten biliyorsun. Eğer henüz bilmiyorsan, tam da bu konularda yazılmış makalelerden bolca var. Fakat şunu bil ki, bu konuda henüz yolun başındayız, kaplumbağa adımlarıyla ilerliyoruz. Hızlanmamız gerek; ayaklarımızdaki pasları, sırtımızdaki kamburları atmamız gerek.


Bu bir yolculuk davetidir sana. Ama, ilkel-komünal toplumun köylerinde dolaşmayacağız, kadının kurtuluşunun maddi zeminlerini yaratan modern sanayinin gürültülü atölyelerinde de… Bu yolculuk mahalle aralarında, eylem alanlarında, emekçi evlerin içinde ve en önemlisi, kendi içinde ey okur, senin iç dünyanda olacak. Alışkanlıklarında, milyonlarca kez tekrarlana tekrarlana bize öğretilen düşünce kalıplarında, ön yargılarda dolaşacağız. Meraklanma, öyle upuzun bir tren yolculuğu gibi değil ama, belki kısa bir müze gezisi gibi. Bu yazı bittiğinde, sen yolculuğuna devam etmelisin.


Gel, önce eylem alanlarına gidelim. En kalabalık, en etkili olanların birinden başlayalım. 20 Kasım büyük işçi mitingini hatırlıyorsun değil mi? O eylem alanında ne kadar kadın vardı? Sayabilseydin, çok uzun ve zahmetli bir iş olmazdı; çünkü öylesine az sayıdaydılar. Emekçi bir kadın, kendisi bizzat çalışan bir işçi olsa bile, eylem alanına eşini, kardeşini, evladını gönderiyor, O evinde kendi işiyle uğraşmaya devam ediyor. Hükümete karşı politik bir eyleme damgasını vuran proletarya, emin ol bu savaşı kazanmak için çok çok uğraşacak. Çünkü, emekçi kadınları eylem alanına çekememiş. Oysa bir de SEKA eylemine bak! Sokak eylemlerinde ne de çok kadın vardı değil mi? Pendik-Aydos’ta barikatları kuranlar, yine en başta kadınlardı. Demek ki, gerçekten bir ölüm-kalım sorunu varsa, gerçekten devrimci bir eylem varsa, orada emekçi kadınlar da var. Bu, yaşamın bize öğrettiği bir derstir. Proleter bir kadın hareketini hangi zeminlerde geliştirebileceğimize dair bir ders. Toplumun en ezilen kesimlerinin, gerçek bir devrimci eyleme adeta içgüdüsel bir eğilim duymalarında şaşılacak hiçbir yan yok.


Eylem alanlarındaki kısa gezimizi sürdürelim. Aynayı bu kez kendimize tutalım sevgili okur. Biliyorsun ki, bizde eylemler sert-kavgalı geçer. Polis tehditlerine pabuç bırakılmaz. O yüzden, diğerlerinden farklı olarak, eyleme katılımı, kaç kişinin gözaltına alındığıyla ölçeriz. Dürüst olalım, buna şimdi çok ihtiyacımız var. Gözaltına alınanlardan kaç tanesi kadın yoldaşlarımız? Toplamın dörtte biri, çoğu kez daha az: Buradan çıkan sonucu dile getirmekte sakınca yok: Proletaryanın devrimci sınıf hareketinde de emekçi kadınlar, hakkettikleri ağırlığı henüz kazanabilmiş değil. Sabırsızca soracaksın; neden? Ayağımızdaki paslar, sırtımızdaki kamburlar. Ama bunlardan bahsetmeden önce, bilince çıkarmamız gereken tarihsel bir gerçek var.


Bir devrimde kadınların, çoğu zaman belirleyici rolünü, bu toprakların insanları pek bilmez. Kadını da, erkeği de… bu bilgisizlikle geliyor aramıza. Kurtuluşun sosyalizmde olduğu sözü, sadece varılacak hedefi özetliyor ama emekçi kadınları eylemlere en etkin biçimde çekmenin yollarını açıklamıyor. Hemen bugünden yapılması gereken, değişmesi gereken o kadar çok şey var ki, “ Biz yapıyoruz vallahi” deyip, göğsünü yumruklayanlara kolay inanma. Bu konuda ölçüt, eylem alanlarıdır. Ve bir gün sana, bu ülkede devrim neden olmuyor diye soracak olanlara şu cevabı hazırla: çünkü, emekçi kadınları devrimin politik mücadele arenasına çekmek için pek ama pek az şey yaptık da, ondan. Oysa tarih, bu görevi başaranları devrimle ödüllendiriyor.


Ekim Devrimi’nin genel bir provası olan 1917 Şubat Devrimi, kadınların açlık yürüyüşüyle patlak vermişti. Paris Komünü’nde kadınların özgür bir dünyanın yaratılmasında oynadığı büyük rolü ve kahramanlığı gördüğünde Marx, “proletaryanın ordusu sadece kadınlardan oluşsaydı, ne müthiş bir ordu olurdu” demişti. Onyıllar boyunca, dünyanın en güçlü emperyalistlerine kafa tutup, onları teker teker yenilgiye uğratan Vietnam halkına sorun; bu zaferi nasıl kazandılar diye. İlk alacağımız cevap “kadınlarımız sayesinde” olacaktır. Muazzam gerilla güçleri kurdular Vietnamlı kadınlar, “kara topuzlular” dediler adlarına. Yemin etmişlerdi, ülkeleri kurtulana dek saçlarını kesmediler. Cezayirli kadınlar, kara çarşaflarının altında binlerce bomba ve silah taşıdılar, ve işgalci Fransız ordusu, onlarla baş edemedikleri için terk ettiler yüzyıllık sömürgelerini.


Çok uzağa gitmeye gerek yok. Kürt halkına bak. Bir savaş, bu kadar uzun süre nasıl yürütülür, bu denli büyük acı ve baskılara nasıl göğüs gerilir sorusunun cevabını öğren onlardan. Çok değil, yirmibeş yıl önce, Kürdistan’da genç bir kadın, babasından, abisinden izinsiz bakkala bile gidemezdi. Şimdi gepegenç Kürt kadınları, ailelerine haber vermeden atılıyorlar dağların doruklarına… Ve eskiden, bir tek gün eve gelmeyen kızlarını, kızkardeşlerini “töre”ye kurban etmeye hazır olanlar, bugün aylarca haber alamadıkları kızlarının, kızkardeşlerinin nereye gittiklerini çok iyi biliyorlar. Onları büyük bir gururla sahipleniyorlar. Ve bu onurlu genç kadınlar, insanlıkları binlerce kez ayaklar altına alınmış binlerce erkeğe cesaret aşılayarak, onları adeta peşinden sürüklüyor. Bir toplum, ancak kadının etkin gücünü harekete geçirebilirse, gerçekten devrimci bir dönüşüm gerçekleştirebilir.


Gerçek Bir Hikaye


Bir kadın tanırdık. Biz ona “ana” derdik, o bize “yoldaş”. Biz onu sanki, hep kaderinde yazılı gibi duran “analık” görevine layık görürdük, onu bu şekilde yücelttiğimizi sanırdık; verdiğimiz tek şeydi sevgi. O bize daha fazlasını, sevgisiyle beraber bütün yeteneklerini de vermeye hazırdı. Bu yoldaşlık durağına çok uzun bir yoldan gelmişti ve -biliyor musunuz sevgili okur-, yalnızca tek bir sözcüktü ona kanatlar takıp dağları dağları aştıran. Bu “tek bir söz”ün hikayesi, aslında milyonların hikayesiyle aynı.


Yoldaş ana, 30 yıllık evliliğinde belki de her gün dayak yemiş, aşağılanmıştı. Karşılığında kocasına günde belki on çeşit yemek yedirirdi. Çevrede onun için, “yıkadığı giyilir, pişirdiği yenir” denilirdi ya, işte emekçi kadınlarımıza bu köhne toplumun sunup sunabileceği en büyük tahttı. Ama karşılığı dayakla, acıyla, aşağılanmalarla ödenmiş bir tenekeden taht. Yoldaş ana, cezaevindeki çocuğunu bile, kocasından izin almadan ziyaret edemezdi. Cezaevinde gördükleri, duydukları, içindeki yanardağı harekete geçirdi ya, korku dağlardan daha büyük. İşte o tek söz, tüm sihirlerden büyük gücüyle, kilitli kapıları tek tek açacaktı. Günlerce, aylarca düşündü, korktu, çekindi, vazgeçti, ama her seferinde, yaşamını değiştirecek o tek sözün kapısında buldu kendini.


Sabırlı ol sevgili okur, o tek sözcük, öyle olağanüstü güzellikte, Olimpos dağındaki tanrılar tarafından örste dövülüp, sedef kakmalı kutularda sunulan o olağanüstü şiirsel sözlerle uzaktan yakından akraba değil. Emekçi bir kadının yaşamında olağanüstü bir şeyler varsa, aşağılanmadır, dayaklar ve horgörmelerdir, ve bütün bunların karşısında gösterilen olağanüstü sabır, fedakarlık ve sorumluluk duygularıdır. Oysa o tek söz, basitti, kocasına, “ben gitmek için izin istiyorum” değil, “gidiyorum, haberin olsun” diyecekti. Bu denli basit bir söz, yılların dayak ve aşağılanmalarının intikam kılıcı gibiydi. Ve bu daha ilk darbe, alınan ilk taksitti. Sırtından büyük bir dağ kalkmış gibi ferahladı, kendine güveni geldi. Ve, düşlerinde bile korktuğu koca figürünün, içi boş bir çuval gibi yıkılışını izledi. İzledik. Yolculuğuna böyle çıktı. Onyılların sabrı, fedakarlığı ve sorumluluk duygusu, artık başka bir dünyanın yaratılması için harekete geçiyordu, köhne bir toplumun acılarına katlanmak için değil.


Kırın zincirlerinizi emekçi kadınlar, içine hapsolduğunuz saksıları kırın, bu saksı kristalden bile yapılmış olsa. Her şeyiyle yüzyılların yalanları ve alışkanlıkları üzerine kurulu bu ezilmişlik, işte bazen böyle tek bir sözle yerle bir olur. Özgürlüğe giden yol, işte böyle küçük adımlarla başlayan uzun bir maratondur. Köhnemiş düzenin kristal vazosudur kadının ezilmişliği. Kırıldığında, cam parçaları kimilerinin ayaklarını kanatacak. Gorki diyor ki: “Analara acımayın!”. Bir ekleme yapalım bu söze sevgili okur. Şöyle diyelim: “Kadınlara Acımayın!”


Bakın, bu aşağılık düzen, milyonlarca emekçi kadını, ev kadınlarını, kendi zindanına kapatmak için, ne pislikler tertipliyor. Çamaşır makinesini, hazır bebek bezlerini ve gıda sanayini kapitalizm geliştirdi ve bu sayede ev kadınlarına, emekçi kadınlara bolca zaman yarattı, evet. Ama bu boş zaman, gündüz vakti tv’lerde yayınlanan biri bizi gözetliyor evleriyle, gelin-kaynana teşneleriyle, cehalet dolu bir yaşama nasıl da çevriliyor. Evde sürdürülen cehalete, televolelerle sokakta azdırılan cehalet eşlik ediyor. Tek hedef, milyonlarca devrim potansiyelini evlere hapsetmek. Biz bu kadınları politik eyleme ve yaşama çekmeyi başaramazsak, evlere hapsedilen cehalet, sokakta azdırılan cehaletle el ele, proletaryayı kemirmeye devam edecek. Bildirilerinizi ev kadınlarına ulaştırın ve en kavgacı eylemlere onları çağırın. Unutma sevgili okur: Bazen tek bir söz, tek bir davranış bile yeter.


Bir Gerçek Hikaye Daha


Haydi, biraz da, devrim cephesinin mutfağındaki yangına bakalım sevgili okur. Devrim cephesinin bütünü ele alındığında, kadın sorununda, oradan kötü kokular yükseliyor, emin ol.


Bilinen bir hikayedir. Bebekleri yeni doğmuş bir çifti, bir yoldaşları ziyarete gider. Kadın, eşi ve yoldaşları, salonda heyecanlı bir politik sohbete başlarlar. Derken, adam eşine “canım, hadi bir kahve yap, içelim” der. Kahveler hazırlanır ve kadın, sohbetin kaçırdığı bölümlerinin merakı ve şaşkınlığıyla konuşmalara yeniden dahil olur. Biraz sonra adamın sesi, o şefkatli sesi, yine duyulur: “canım, karnımız acıktı, bir şeyler hazırlar mısın?”. Sohbet yemek masasında devam eder ya, artık kadın ne denli merak ve ilgili olsa, yine de sohbetin dışında kalmıştır. Ve nihayet bebeğin ağlaması duyulur. O şefkat dolu ses, bir kez daha kadına yönelir: “Canım, çocuk altına yaptı galiba, bir bakar mısın?” Kadın artık patlar: “Yeter be! Senin payına yüksek politika, benim payıma çocuk boku!” Evet sevgili okur, pis kokulardan söz ederken, abartmıyorduk.


Ne yazık ki bu, bir çok açıdan, bizim de hikayemiz. Belki, mutfaktan yükselen kötü kokuları, binlerce farklı yoldan kendilerine hazır sunulan bir toplumsal avantajları kullanmaktan memnun erkek yoldaşlar duyamıyorlar. Hatta, yoldaşça bir güvene dayanarak, kendisini hep yüksek politika alanının kıyısına iliştirilmiş bulmayı çok önemsemeyen kimi kadın yoldaşlarımız da, bu kokuyu almıyor olabilirler. Ama… sevgili okur, buraya dikkat- çünkü, neden aktif mücadeleye çektiğimiz kadınların oranı yükselmiyor sorusunun cevaplarından birini bulacağız seninle. Özgürlük yolculuğuna, küçük de olsa, büyük de olsa, adım atan emekçi kadınların çoğu, köhnemiş toplumun yaydığı bütün kokulara karşı, olağanüstü sezgisel bir duyarlılık taşırlar. Ve seninle tanıştığı daha ilk saatlerde, binlerce alışkanlık ve davranışla fark edemediğin o köhne toplumun kokusunu alırlar. Çok basit bir örnek verelim. Daha kapıdan girer girmez, eğer mutfak bölümünde bir kadın, politik tartışma kürsüsünde bir erkek görürlerse, ne düşünürler dersin? “Zindan aynı, gardiyanlar farklı.” Biz kendimiz için değil, tüm toplumun kurtuluşu için savaşıyoruz, öyleyse tartışma kürsüsünde kimin olduğunun ne önemi var, diye düşünme. Bu savunu

bir işe yaramaz sevgili okur. Dünyayı ve yaşamı kökten değiştirmeyi hedefleyen bir insan, bu değişimi kendi yaşamına uyarlamakta hiçbir özel çaba göstermezse, içten ve samimi görünebilir mi?


Üzerine binlerce düğüm atılmış bir sorunla karşı karşıyayız. Hem düğümleri tek tek çözeceğiz, hem de İskender’in kılıcıyla tek bir büyük darbe vuracağız. 8 Mart’ın kutlu olsun.


2-16 Mart 2005 tarihli Y.E.Mücadele Birliği Dergisi’nin 36. sayısında yayınlanmıştır

 
 
 

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comentarios


EKA3-01.png

dünyaya başkaldırıyoruz!

© 2023 by RAFTER'S. Proudly created with Wix.com

bottom of page