“Çeker misin elini!” demişti. Bu cümleyi duyar duymaz içime berbat bir acı oturmuş kırılmıştım. Çekmesine çekmiştim elimi de niye çeker misin diye uyarmıştı ki? Ben, bütün varlığımla bile, belki başka bir çok şey yapabilsem dahi ona asla zarar veremezdim. Üstelik bunu o da biliyor hem de çok iyi, ama bile bile gene de beni uyarmıştı. Bu da haliyle beni daha da bir üzmüştü. Onu seviyorum hem de çok ve biliyorum o da beni seviyor. Fakat işte nasıl desem bilmiyorum, sanki bir anda beni sevmemeye karar vermiş gibiydi. Sanki her şey birden bitmişti. Sanki uzak durmakla cezalandırılmıştım... Aslında ne olduğunu bilmiyorum... Sabah hissettiklerimi bir bir saysam aylar yıllar yetmezdi; ama maalesef gerçeği anlamam çokta zaman almadı.
Galiba biz erkekler bazı şeyleri ya hiç ya da zamanında anlamıyoruz. Mesela; her istediğimizde, sırf seviyoruz diye ona dokunma hakkımızın olmadığını. Sevmek her şeye yetse de bazen durmanın da gerektiğini anlamamız neden bazen bu kadar zor? Ya da belki de bir zamanlar biri elini tutarken canını yakmış olabileceğini ve bu yüzden çok seviyor olsa da içinde eskiden kalma bir korkunun uyanabileceğini. Ya da başka başka bir dünya olasılık!..
Biz erkekler; kadınları anlamak zor, diyoruz ya hem de papağanvari anlamını bilmeden bunu tekrarlayıp duruyoruz ya aslında zor mu kolay mı bilmiyoruz. Çünkü bir şeyi anlamaya çalışmadan onu anlamanın hiçbir yolu yoktur. Bu da bütün o içi boş klişe sözler gibi; erkeğin kaba, vurdumduymaz, bencil, umursamaz ve hakim konumunu gösteriyor. Zira bir çok defa, bir çok örnekte; konun anlaşılması konunun değil anlamayanın sorunudur. Kadınları anlamıyor oluşumuzun nedeni bizim düşüncesizliğimizdir.
Şimdi hemen “yok efendim, sınıflı toplum, erkek egemen sistem, biz böyle doğmadık sonradan böyle olduk, sistem bizi bu hale getirdi, diye ezberden sayıp dökeceğiz. Zaten bu sözlerin gerçek anlamını kaçımız biliyor çok da emin değilim. Bu sistem bizi aptal ve uysal köleler de yapmaya çalışıyor. Fakat çoğumuz ne aptal oluyoruz ne de uysal. Yani olay şöyle gelişiyor ve böyle de devam ediyor; işimize gelen her konuda sistemle bir güzel ittifak kuruyor ve onun bize sunduğu “nimetlerin” çoğunu kabul ediyoruz. İnkar da etmeyelim kimse bunun için kafamıza silah dayamıyor...
İşte bu yüzden ya da işte bunun ispatı da denebilir. Kadınlar bize bir şey söylediğinde sırf hoşumuza gitmiyor diye anlaşmamayı seçiyor ya da anlamamış gibi yaparak, kaşlarımızı çatıp surat asıyoruz. Nazikçe neden, diye soracağımıza nasıl böyle dersin diye adeta hesap soruyor, had bildiriyor ve tereddütsüz psikolojik baskı uyguluyoruz.
Tıpkı benim bu sabah yaptığım gibi. Vay efendim! Sen misin bana “elini çeker misin!” diyen... Çatık kaşlarla çektim elimi, çatık kaşlarla çıktım evden, çatık kaşlarla vardım otobüs durağına, çatık kaşlarla gittim işe; çatık kaşlarla saat on molası, çatık kaşlarla öğle molası. Çatık kaşlarla, sabahtan beri yüzüme bakan herkesi adeta cezalandırıyordum. Sanki bu çatık kaşlar dünyaya bir efelenmeydi. Aslında, elbette ki dünyanın umurunda bile olmadığını da biliyordum ama olsun fena halde öfkeliydim ve bu çatık kaşlar o an bana iyi geliyordu. Bana nasıl “Elini çeker misin?” derdi. Hem de hiçbir suçum yokken; ben öfkelenmeyim de kim öfkelensin. Yok, yok en az ücgün çatacağım kaşlarımı ki aklı başına gelsin...
İşte, ben tam da bunları düşünüyorken, vardiya şefi İbrahim abinin sesini duydum. “Zeki, sana acil bir telefon var.”
Hastaneye nasıl geldiğimi hatırlamıyorum bile. Aklımda kalan tek şey İbrahim abinin arabasıyla geldiğimiz...
Yatırıldığı hastane odasına girer girmez ve o beni görür görmez gözyaşları, sel gibi akmaya başlamıştı... Koştum, solmuş yüzünü avuçlarıma aldım. Ağlıyordu, ağlıyorduk. Oysa ne çok isterdim: “Ağlama aşkım, üzülecek bir şey yok!” diyebilmeyi...
Oysa diyebilseydim, diyebilseydim sabahleyin; “Elimi çekince ölüyorum. Fakat diyemem çünkü; bu ruhuma perçinlenmiş, tüm o yazısız yasaları çiğnemek olur. Çünkü affedilemez bir suç olur. Çünkü ben bu yasaların özetiyim. Ben kan dökücülüğüyle övünen ve sevdiğine onu sevdiğini söylemekten utanan erkeğim.”
Oysa diyebilseydim, diyebilseydim bu sabah: “Çek dediğinde çekerim ama saygımdan değil maalesef gururumdan. Çünkü sen beni istemiyorsan ben seni hiç istemiyorum diyen; bana kadın mı yok diyen erkeğim ben. Gururum var benim, kocaman, dev gibi, devden de dev gibi gururum var; ne bağ, ne bahçe, ne çiçek, ne yar ve ne de mutluluk... Gururum; içinde yaşadığım zindanım. Yaşayan canlıların en aptal olanı benim çünkü bu zindanı, gururumu korumak için yüzyıllardır düellolarda ölüyorum!”
Oysa diyebilseydim, diyebilseydim bu sabah, “Ben elimi çeksem de sen beni tut. Sen beni tutmazsan ya da ben sana tutunmasam düşerim. Deseydim ki; öyle bakma, öyle şaşırma, abartmıyorum. Dalı gövdeden ayırınca düşen gövde değil dal olur. Fakat diyemem, çünkü ben bir erkeğim ve seni bu söylediklerimin tam tersine inandırmak zorundayım...”
Oysa diyebilseydim, diyebilseydim bu sabah, “Sana sarılmadığım anlarda korktuğum her şeyden daha da bir korkuyorum; hatta korkmadığımdan da. Keşke diyebilseydim; sen benim cesaretimsin ama diyemem...”
Oysa diyebilseydim, diyebilseydim her sabah, her akşam, her an diyebilseydim: Gözlerin değince gözlerime, özlemin tohumlarıyla dolu toprağıma sular yürür, damlalar yürür, yağmurlar yürür; baharlar yürür gelir güz döşüme, açarım renk-ahenk, içimde çağlayanlar gürler, ruhum bir nehir akar gelirim sana doğru. Bir süsen çiçeğine döner de kalbim diyemem. Çünkü anında eli baltalı, eli topuzlu, eli tüfekli harami bir akıncı uyanır içimde; yağmacıdır benim ruhum, bana ait olmayanı da benim bilirim. Çünkü ben erkeğim, ben asırlardır sevdalara kan bulaştıran, özgürlüğümden azade, beyin kapısında kul kılınan kölelerin en uysalıyım. Ben üstüne ast el-pençe divan duran özgürlük düşmanıyım!”
Oysa diyebilseydim, öyle bir iki defa değil ama hayatın her anında diyebilseydim: “Biz biriz ikiden büyüğüz; ama diyemem. İnandırılmışım senden daha güçlü olduğuma, daha cesur olduğuma daha zeki olduğuma. Ayrıştırılmışız bir birimizden. Beni ‘bir baltaya sap’ etmişler seni bir iğneye ip. Şimdi ben; cellat bir baltada duygusuz bir sap, sen bir gergefte özlemleri tutsak rakip. O kadar çok ayrıştırıldık ki bir olamıyoruz ve ayrı ayrı kalınca da yarım bile sayılmıyoruz. Biz ne biriz ne yarım; biz tanımı muğlak eksiğiz. En kötüsü de ben bunu “hak bilmişim sen ise kader. Oysa bu ne “hak” ne de “kader” bu sadece acımasızlık. Fakat gel gör ki, fakat gel de gör de anla ki bunları sana diyemiyorum. Çünkü ben erkeğim; ben kendi köleliğimin eli kırbaçlı kahyasıyım.”
Bütün bu oysalarla başlayan cümlelerin hepsi ve hepsinden daha fazlası gerçek. Fakat söyleyemem çünkü ben bir erkeğim. Ben, annemden korkusuz doğduğuma inandırılmış; ben, karanlıklar içinde saklanan öcülerin varlığını inkar bilmiş çocuğun büyümüşü... Ben, asırlardır; benim gibi olan kardeşlerimle savaştırılmış, korku içinde ölmüş ve öldürülmüş, adıma törenler yapılmış, göğsüme madalyalar takılmış, meydanlardaki “meçhul asker” anıtıyım. Ben, iki yüzlülüğün somut hali; korkaklığı “kahramanlık” destanlarıyla gizlemiş yalanım. Ben, sevgilime sadece sadece senin yanında ve sadece senden korkmuyorum, diyemeyecek kadar “güçlü” olan korkağım...”
Eşim, Derya üç aylık hamileydi. Bu sabah bana: “Elini çeker misin” dediğinde, bir şeylerin ters gittiğini, sadece bir annenin hissedebileceği bir şekilde hissetmişti. Ama ben kaşlarımı çatarak, kapıyı çarparak defolup gitmeseydim... Ama ben yanında kalsaydım, ama o kadar uzun süre ambulans beklemeyecek... Ama o kadar çok kay kaybetmeyecek... ama şimdi söyle ağlamayacak... ama üç aylık bebeğimizi kaybetmeyecektik!..
Keşke aradığında telefonu açsaydım. En az on defa aramıştı.
Doğmamış bir bebeğe karşı büyük bir suç işledim, ağır bir suç. Çünkü ben bir erkeğim!
Ergül Çiçekler
Comments