Nasıl anlatılır, nasıl yazılır, kendimi nasıl anlatacağım hiç bilmiyorum.
6 Şubat depreminden beridir, ülkenin neredeyse tamamı gibi benim de psikolojim alt üst. 6 Şubat’tan beridir bir an olsun yalnız kalmak işkence.
Bunları yazmak, ‘’ bunları yaşayan ben değilken, psikolojim alt üst demek’’ bana utanç veriyor. Yine de yüzsüzlük edip utana sıkıla dökeceğim içimi, aynı zamanda tarihe nottur her biri.
6 Şubat’ta İstanbul havalimanına geçmek üzere evden çıktım. Biraz bekletildik. Hemşire olarak çalıştığım hastanede, grup grup gideceksiniz dediler. Saatler artık 7 Şubat'ı gösterdiğinde gece yarısı ancak geçebilmiştik havalimanına. Havalimanında yaşanan kaosu çok fazla insan yazdı çizdi, tarihe kaydedildi o notlar, videolar, fotoğraflar… Bu nedenledir ki bir de benim anlatmama gerek yok. Yaklaşık 19 saat havalimanında bekledik. Bu süre zarfında bazı çalışma arkadaşlarımız gidemeyecek olma umutsuzluğuna kapılıp evlerine geri döndüler hatta uçak içerisinde bile saatlerce bekletilince uçaktan dahi inip evine dönenler oldu.
8 şubat gecesi Antep Havalimanına indik ancak ekibimden ayrılmıştım. Onlar Adana uçağına binmişti ve o uçakta yer kalmayınca ben Antep uçağına kavga dövüş binebilmiştim. Antep havalimanından saat geç oldu deyip Antep AFAD merkezine götürdüler. Orası da tam bir kaostu. Hem depremzede insanlar vardı hem de dışarıdan gelen yüzlerce insan. Bu insanlar, yarın ne yapacaklarına dair en ufak bir bilgiye sahip değillerdi. Kimse bir açıklama yapmıyordu. Yarın Hatay, Adıyaman, Nurdağı artık nerede ihtiyaç varsa oraya geçilecek diye tek bir bilgiye sahiplerdi.
Antep buz gibiydi. Bu kadar soğuk olur muydu bu memleket, doğduğum büyüdüğüm şehir sanki ilk defa bu kadar soğuktu? Kalabalık arasında yer buldukça oturdum, gözlerimi kapattım, ağladım ve bir şekilde sabah oldu. Antep memleketim, gece karanlığında görememiştim çok. Gündüz gözüyle görünce açıkçası içim rahatlamıştı. Herhangi bir yıkım görememiştim o bölgede ve yolda. İnsanlar cami, spor salonu gibi alanları doldurmuşlardı. Depremin büyüklüğü ile henüz yüzleşememiştim Antep’te.
Sabah, herkes ekibini oluştursun nereye gitmek istiyorsa oraya gitsin dedi AFAD yetkilisi diye düşündüğüm birisi. Hatay’a gidecek bir ekibe ‘’tek kişiyim lütfen Hatay’a gitmem gerek’’ diye rica minnet kendimi kabul ettirmiştim. 2 gündür uykusuzdum ve artık soğuk içime işlemişti. Otobüsün camından vuran güneş ile uykuya dalmışım. Bir an otobüste ki insanların şaşırma sesleriyle uyandım. Nurdağı’ndan geçiyorduk. Yollar inanılmaz şekilde yarılmıştı. Nurdağı’na tepeden bakıyorduk ve Nurdağı çok kötüydü. O görüntüyü görünce ne yapacağımı bilemedim elim ayağıma dolaştı acaba Yavuzeli de böyle miydi? Araban nasıldı? Köyümü düşünmeye başladım. Dönsem nasıl dönecektim? Araç yok köye nasıl gidecektim? Diğer tarafta Hatay’da enkaz altında olan yoldaşım, arkadaşlarım vardı…
Ne yapacağımı bilemesem de depremin büyüklüğü ve yıkıcılığı ile hala tam olarak yüzleşmiş değildim ama.
İskenderundan, Belenden geçiyorduk genellikle binalarda yarıklar vardı. Sonra Antakya’nın girişinde araç bizi bırakmak zorunda kaldı. Defne’ye gidecektim Uğur Mumcu Parkına…
Antakya’da araçtan indiğim an depremin yıkıcılığı, yüzüme bir tokat gibi çarptı.
Depremden 6-7 saat sonra uykudan uyanıp ancak o zaman haberimin olması, o an çok utandırmıştı beni. Bunca insan, buz gibi soğukta, acı ve korku dolu bir şekilde gün aydınlanmasını beklerken, ben sıcacık yatağımda uyuyordum.
Depremin 3. günü tanık olduğum acıları tariflemekte zorlanırken ben o sabah sıcak yatağımda uyumuş olmaktan aylardır utanıyorum.
3. gün… yürüyerek tüm o acıların, belkide hafiflemiş haline, tek tek şahit olacaktım.
Bir savaşın ortasında yürüyordum, kurşunlar bir tek beni ıskalayıp geçiyordu yanımdan. İnsanlar vurulup düşüyordu yere, ben yürümeye devam ediyordum kurşun yağmurunda, bir silahım yoktu karşı kurşun sıkmaya.
Tam anlamıyla bir can pazarıydı ancak ben farkında bile değildim sadece yürüyordum. Bir hedefim vardı ve o hedefe ulaşmak için sadece yürüyordum. Kimsenin acısını hissedemiyordum, kimseyi anlayamıyordum, hiçbir şeyi algılayamıyordum, bağırışlar, çığlıklar, ağlama sesleri, küfürler hiç birini duymuyordum.
Sonrasında çok acı verecekti bana o sokaklardan yürüyüp geçmek montumla ve botumla.
Ve yine sonrasında çok isteyecektim o gün orada o acıların bir parçası olabilmeyi.
Duygularımı, aklımı tamamen yitirmiştim. Algım kapanmıştı. Duyu organlarım kör, sağır ve dilsizdi. Tüm yol boyunca tek damla gözyaşı akmadı benden. Bir çok şey görüyordum ancak sadece bakıp geçiyordum yanından.
Bir kaldırımda yürüdüğümü hatırlıyorum, bir anda önüme yanyana dizilmiş 3 ceset çıkmıştı. Cesetlerden birinin üzerinde bebek battaniyesi vardı yüz ve gövdesisini ancak kapatabilmişti bacakları açıktaydı. Bir diğer ceset ise belli ki enkazdan çıkan bir perdeye sarılmıştı. Üçüncüyü hatırlamıyorum. Cesetlere bir cinsiyet atayamıyorum kadın mıydı erkek miydi? Yada çocuk cesedi miydi? Hatırlayamıyorum. Ben her gün böyle 3 ceset önünden geçiyormuş gibi, hiç ürkmeden hiç şaşırmadan, hiç duraksamadan kaldırımdan inip cesetlerin yanından yürüdüm ve sonra kaldırıma tekrar çıkıp yoluma devam ettim.
Arabadan ilk indiğimizde bazı insanlar koşarak yanımıza gelmişti. Sanırım Suriyeli bir kadın açıp bebeğinin poposunu göstermişti, arapça bir şeyler söyleyerek. Hiç arapça bilmiyorum. Çantamı açıp el-yüz kremimi verdim ona. Arapça bilmemek canımı sonradan çok yaktı.
Aylar sonra o kadının, araç görünce yardım geldiğini düşünerek, koştuğunu ve bebek bezi istediğini anlayınca kahrolacaktım. Benden bebek bezi bekleyen kadına el yüz kremi verip, yoluma koyulacaktım hatta yolu yürümeye başlamadan önce bir de tuvalet var mı diye soracaktım. Her yerin yıkıldığını görüp, yıkılmasa da içine girilecek gibi olmadığını görüp oradaki insanlara tuvalet soracaktım.
Algılarım kapanmış, beynim durmuştu. Her yerin yıkıldığını görüyor fakat tuvalet soruyordum. Yürümeye başlayınca tuvalet ihtiyacımı da unutmuştum. Bağıran, ağlayan, birbiriyle kavga eden, küfreden insanların arasından geçerken unutacaktım elbette tuvaleti.
Sahi neden gelmiştim Hatay’a?
Ben duygularımı ne zaman kaybetmiştim?
Bu güç müydü bencillik mi?
Kucağında bebekle çaresizce enkaz başında bekleyen, ağlayan insanların yanından yürüyüp geçecek kadar duygusuz muydum ben hep?
Neden gelmiştim ne yapıyordum burada? Yaptığım tek şey yürümekti. Uğur Mumcu parkına yürümek. Sadece buna odaklanmıştım, gözüm başka hiçbir şey görmüyordu. Öyle odaklanmıştım ki o parka varmaya, yanımda acı çeken insanların omzuna dokunmaktan bile geri durmuştum. Yalnız kalıp bunları düşünmeye başlayınca acı çekmeye başlayacaktım. O gün tek damla akmayan gözyaşım artık her yalnız kalışımda boynuma kadar süzülecekti.
Düşündükçe çıldıracaktım ancak hiçbir zaman o insanlardan daha fazla olmayacaktı çıldırmam.
Yıkılan sokaklarda benim çocukluğuma dair izler olmayacaktı ancak bu derin yıkım benim de ruhumu saracaktı…
Ruhumu bu yıkımdan çıkarabilmek için yazacaktım bunları. Yine kendimi düşünerek, yine bencilce… Aslında defalarca yeltendim yazmak eylemine ancak yazamadım, kalktım hep masanın başından. Belki duygularımı değil bir sağlıkçı olarak izlenimlerimi paylaşacaktım ama onu da başaramadım. Bir sağlıkçı olarak, bir kadın olarak, bir insan olarak kendimi hiç bu kadar çaresiz hissetmemiştim çünkü…
Yoldaşımın kardeşi çıkmıştı enkazdan mosmor göz çevresi.
‘’Babamı çıkaracağım ’’ diye bağırıyordu, enkazdan babasının cesedi çıkarken. Yoldaşım “nolur bir şeyler yap, sakinleştir’’ diyordu ancak ben bir sağlıkçı olarak o kadar çaresizdim ki…
Enkaz altından çıkan annesinin ağlamaya dahi mecali yoktu, kısılmıştı çıkmıyordu sesi. O an bir insan olarak o kadar çaresizdim ki…
Hiç bu kadar tatmamıştım “çaresizlik’’ denen bu iğrenç duyguyu. Evet çok çaresizdim.
Çaresizdim ancak çok güçlüydüm. Her gün; tanıdığım, bir şekilde dokunduğum insanların öldüklerini görüyordum sosyal medyada. Hatta sınıf arkadaşımın ve yoldaşımın cesetleri enkaz altındaydı ancak ben güçlüydüm Samandağ’ın köylerine ilaç götürüyordum. Beni ilaç hazırlamaktan alıkoymuyordu yoldaşımın cesedinin enkaz altında olması ya da sınıf arkadaşlarımın, tanıdığım insanların ölmesi.
Gerçekten etkilemiyordu beni insanların ölmesi. Dört bir yanımız cesetti zaten. Parkta beraber kaldığımız insanlar mutlaka birden fazla yakınını kaybetmişti ve ben de kaybetmiştim işte. Normaldi. Orada, Uğur Mumcu Parkında bu çok normaldi.
Yas tutmak nedir? Cesetler nasıl çıkacak, insanlar ne yiyip ne içecek? İlaçlar nereye gidecek? Evet bu hareketliliğin içinde güçlüydüm, diriydim, dinçtim, ağlamıyordum. Bir kez sadece bir kez ağladım. Boşluğuma denk gelmişti. Yalnızdım çadırda, ağlamıştım. Günlerdir o kadar güçlüydüm ki o gün 3-5 dakikalık yalnız kalmak mahvetmişti beni. Tüm gücüm o an alınmıştı sanki ellerimden. Kötü hissetmiştim kendimi bir de benim ağlamamla mı uğraşacaktı insanlar?
Sonrasında ne oldu ne yaptım hatırlamıyorum. Yaşadığım bir çok şeyi de hatırlamıyorum aslında.
O hareketlilik içinde tekrar güçlenip devam ettim. Taa ki İstanbul’a, evime dönene kadar. İstanbula döndükten sonra tamamen kaybettim o gücü. Artık her yalnız kalışımda o 3 cesedin önünden tekrar geçiyorum. Fakat bu sefer cesetleri farkedince duraksıyor, ürküyor, ağlıyor ve montumu bacakları açıkta kalan cesedin üzerinde bırakıyorum.
Her yalnız kalışımda; o Suriyeli anneye bebek bezi arıyorum ve enkaz başında ağlayan insanlara sarılıp ben de hıçkıra hıçkıra ağlıyorum.
Artık her yalnız kalışımda Antakya’dan Uğur Mumcu Parkına yeniden yürüyorum. Uğur Mumcuya varınca yoldaşıma, kardeşine, annesine sarılıyorum, sarılıyorum, sarılıyorum.
Bir kez daha yaşar mıyım bu çaresizliği? Bir kez daha bulabilir miyim böyle bir gücü? Bilmiyorum. Yazmak, bu buhrandan uzaklaşmaya yetecek mi bilmiyorum. Yazdım işte hatırlayabildiğim ne varsa utana sıkıla.
Not: 9 Eylül 2023 Fas depremini öğrendiğim gün, yazdım.
Çiğdem
Comments