top of page

Soykırım ve Kadın

FETHİYE ÇETİN


Ermeni kadınlarının yaşadıklarını anlatacağım. Yüzyıl öncesine götüreceğim. Herkesin hayatında dönüm noktası vardır. Ve ondan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmaz. Benim hayatımın dönüm noktası da anneannemin bir gün bana Ermeni geçmişini anlatması oldu. O ana kadar hiçbir şey bilmiyordum bu konuda. 1915 yılında 9 yaşında bir kız çocuğunun zulme, vahşete, katliamlara, talana, korkunç acılara dair tanıklığıydı bu. Ermeni Heranuş olarak başladı hayat yolculuğuna. Müslüman Seher olarak devam edişinin yürek burkan hikayesiydi bu. Hayatta kalmanın bedelini annesinden, bildiği ve güvendiği dünyadan koparılmakla, ailesini, sevdiklerini yok edenlerin ya da bu vahşete seyirci kalanların arasına atılmakla; dilini, dinini, ismini sesini kaybetmekle ödemişti.


Öğrendiklerim bende elbette şok etkisi yarattı. Öfke ve isyan duygusu uyandırdı. Ama mesele o dönem kamusal alanda tartışılmadığı, özel alanlarda da konuşulmadığı için, bu öğrendiklerimi anlamlandıracak siyasi bilinçten yoksundum. O zamanlar zor sorulara verilecek kolay cevaplarım vardı. Ama bu cevaplarım anneannemin yıllarca suskunluğunu anlamaya yetmiyordu. Üstelik yıllarca bu susmuşluk, yani 9 yaşından 69 yaşına kadar 60 yıl susmuştu. 60 yıl sonra bunu bana anlattığında her şeyi ince noktasına kadar hatırlıyordu. Adını, annesinin, babasının adını. Dedesini, köyünü, köyde yaşananları, köyün muhtarının bile adını... hepsini sanki 60 yıl bunları unutmamak için içinden içinden tekrarlamıştı. Belki bu da onun direniş yöntemiydi. Bir gün mutlaka bunu anlatacağım diye. Öğrendiklerimi tabi önce yakın çevremle ve arkadaşlarımla paylaşmaya başladım. Bu paylaşımlar konusunda en çok dikkatimi çeken, hemen herkesin benzer bir hikayeyi bildiğiydi. Hemen herkesin çevresinde ya da ailesinde benzer bir anneanne, babaanne hikayesi olduğunu gördüğümde çok şaşırdığımı hatırlıyorum. Çünkü bu suskunluk sadece anneannelerin değil, koca bir toplumun suskunluğuydu.


Hep birlikte susuyorduk. Oysa biz o dönemler “başka bir dünya mümkün” diye yola çıkan gençlerdik. Biz dünyanın pek çok yerinde olan bitenle ilgiliydik. Ama burnumuzun dibinde yaşanan bu korkunç vahşeti ne yazık ki fısıltılarla konuşuyorduk. Arkadaşlarımla konuşurken seslerimizi kıstığımızı farkettik. Yani hemen herkesin bildiği sır konuşulamıyordu.

Daha sonra hem hikayeyi paylaştım. Hem kitabını yazmaya çalıştım. Ayşegül Altınay'la birlikte torunlar çalışması yaptık. Ve o zaman farkettim ki, bu suskunluk sadece Türkiye'nin suskunluğu değil. Bu suskunluk uluslararası bir suskunluk. Ermeniler de özellikle müslümanlaştırılmış Ermeniler hakkında inanılmaz bir suskunluk yaşıyorlardı. Oysa 1948 Birleşmiş Milletler soykırım suçunun önlenmesi ve cezalandırılmasına dair sözleşmenin ikinci maddesi çok açıktır. Gruba mensup çocukları zorla bir başka gruba nakletmek soykırım suçunu oluşturur. Bu kadar önemli bir madde ortadayken neden müslümanlaştırılmış Ermeniler konusunu Ermeniler de konuşmuyordu. Çünkü bu soykırım tezini güçlendirebilecek bir şey. Türkiye'nin bunu görmezden gelmesini anlıyorum. Ya da Türkiye tarihçilerinin. Bunu Türkiye görürse eğer soykırım tezine hizmet edeceğini düşünüyordu. Onun için unutturmaya çalışıyordu.

Neden bu suskunluk, diye düşündüğümde ve okumaya başladığımda şunu farkettim: Aslında 1915'ten sonra hemen onun ardından Ermeniler arasında müslümanlaştırılarak hayatta kalmış Ermenilerden söz ediliyor. Ama takip eden yıllardan itibaren bu konuda inanılmaz bir suskunluk yaşanmaya başlanıyor. Çünkü bu kadınlar, müslümanlaştırılan bu çocuklar ve kadınlar yok edilen Ermeni milletinin parçaları olarak görülüyor. Yani ölü kategorisinde sayılıyor. Yok edilmiş kategorisinde bunlar. Örneğin ünlü yazar Peter Balakian The Burning Tigris adlı kitabında şöyle diyor; onbinlerce kadın kaçırılarak haremlere veya müslüman ailelere alındı. Onbinlerce çocuk müslüman aileler tarafından alınarak zorla müslümanlaştırıldı. Ve bu şekilde ifade bulan zorla din değiştirme yoluyla Ermeni nüfusun başka bir bölümü de yok edilmiş oldu. Yani bunlar yok edilmiş sayılıyorlar. Hiçbir tarih anlatısında yoklar. Ne Türkiye tarih anlatısında, ne Ermeni tarih anlatısında.



Kuşkusuz müslümanlaştırma bir soykırım politikasıdır. Bunu böyle görmek lazım. Ama müslümanlaştırılmış Ermenileri ölü kategorisinde görmek ne demek! Bunun öncelikle sorgulanması lazım. Yine önemli bir Ermeni tarihçi Vahe Taşçıyan bunu şöyle anlatıyor. 1915 sonrasında ulusu yeniden inşaa etmek umuduyla Ermeni halkının bakiyesini teşkil eden bu kadınlar toplanmaya çalışılmış ama çok kısa bir süre sonra bunun çok karmaşık bir mesele olduğu görülerek bu mesele bırakılmıştır. Neden diye bakalım. Çünkü bu kadınlar tecavüze uğramıştı. İnanılmaz cinsel şiddete uğradılar. Bir kısmı bu nedenle müslümanlaştı. Dönemin önde gelen Ermeni entellektüelleri arasında hayatta kalan kadınlar bakımından iki temel görüş var. Birisi diyor ki; kırmızı çizgiler ihlal edilmiştir. Bunlar ulusal ahlak kurallarını çiğnemişlerdir, kadınlar için. Dolayısıyla Ermeni toplumu içinde yer almayı hak etmiyorlar. Yani bu kadınları Ermeni toplumu arasına almayalım.


İkinci görüş, bu kadınlar kitlesel şiddetin kurbanıdır. O nedenle de bunlar korunmaya ve yönlendirmeye muhtaçtırlar. Bunlar için sığınaklar kuralım diyor. Peki çocuk olmuşsa... bu tecavüzler ve alıkoymalar sonunda. İşte o zaman herkes aynı fikirde. Çocuklarını bırakıp gelsin. Çünkü o çocuklar düşmanlardan olmadır. Bu nedenle Ermeni olarak kabul edilemezler. Ve kadınlara tek seçenek sunuluyor. Çocuklarını bırak da gel. Ki bu bir kadın için gerçekten çok zor bir durum. O nedenle bu mesele bırakılıyor ve artık üstünde konuşulmuyor.


Kuşkusuz her zaman serbest iradenizle din değiştirebilirsiniz. İnancınızı değiştirebilirsiniz. Ama 1915 koşullarında, yani soykırım koşullarında serbest iradeden söz edilebilir mi? Kimileri hayatta kalmak için, kimileri çocuklarının ya da kardeşlerinin hayatlarını kurtarmak için, kimileri zorla kaçırılıp zor kullanılarak müslümanlaştırıldı. Bir de konu eğer Heranuş gibi çocuklarsa eğer onların seçme şansından söz edilebilir mi? Çocuktu onlar. Bildikleri ve güvendikleri dünyadan koparılıp adeta düşmanlarla çevreli bir gezegenin ortasına bırakıldılar. Kimileri yakınlarının katilleri, tecavüzcüler ile aynı çatı altında yaşamak zorunda bırakıldı. Yaşadıkları vahşetin, soykırımın psikolojik yaralarını ölene kadar üzerlerinde taşıdılar. Kabul etmek gerekir ki büyük bir korkuyla yaşadılar. Büyük bir travmayla yaşadılar. Elbetteki bizim asla bilemeyeceğimiz kim bilir neler oldu hayatlarında. İnanılmaz duygusal yaralar aldılar ve onların travmalarıyla da ilgilenen hiç kimse de olmadı. Hepsi birer birer göçüp gitti bu dünyadan.



Ama o kadınlar, o çocuklar, hayatta kalma cesaretini ve becerisini gösterdiler. Hayatta kalma cesareti soykırımdan sonra son derece önemli bir cesaret. Hayatta kalma dayanıklılığı son derece önemli. İşte bu nedenle onların hayatta kalma cesaretine ve dayanıklılığına bir biçimde saygı duymak gerektiğini düşünüyorum. Onlar tarihin özneleri olarak kabul edilmediler ama onlar gerçekten tarihi yazan kadınlardı. Vahşetin ve dehşetin tüm görüntülerini zihinlerinde taşıyan bu insanlar üstelik bu vahşetin mekanlarında, şiddetin ve ölümün nefesini sürekli enselerinde hissederek yaşadılar. Müslüman olmaya direnen de oldu. Kabul etmiş gibi görünen de. Çocuklarını ayrımcı dışlayıcı pratiklerden korumak için en müslüman gibi beş vakit namaz kılan da oldu, camiden çıkmayan da. Ait oldukları toplumun da kapıları yüzlerine kapatılmıştı. Bunun getirdiği yalnızlık ve utanç duygusuyla yaşadılar. Ama hiçbiri Ermeni geçmişini unutmadı. Pek çoğu yakınlarının kulağına fısıldadı. Kimileri ölüm döşeğinde anlattı. Kimileri ömür boyu gördüğü onca işkenceye rağmen boynundan haçı, sandığından incili çıkarmadı. Namaz kılmadı, direndi. Kimi harabe kiliselerde mum yaktı, dua etti. Kimi namaz kıldı, camiye gitti ama paskalyada çörek yapıp komşularına, soğan kabuğuyla yumurta haşlayıp çocuklarına dağıttı. Kimileri gündüz müslüman, geceleri hıristiyan gibi yaşadılar. Kimileri de belirtiğim gibi çocuklarının ayrımcılığa uğramaması için geçmişlerini unutturmaya en müslüman, en Türk gibi olmaya çalıştı. Ama ne kendileri unutabildi. Ne müslüman komşuları. Üstelik 1915'i bize unutturmaya çalışan devlet, sürekli uyguladığı ayrımcı pratiklerle onların geçmişlerini sürekli hatırlattı. Örneğin benim dayım askeri okula annesi bir dönme Ermeni olduğu için kabul edilmemişti. Ayrıca toplumsal hafızada onlar hep dönme, bıçak artığı, fille, gavur gibi isimlerle tanımlandılar. Onların çocukları, torunları da aynı kaderle başbaşa kaldı. Onlarda dönmenin, fillenin çocukları ve torunları olarak tanımlanıyorlar.


Son yıllarda anneanne, babaanne hikayeleri biliyorsunuz anlatılmaya başlandı. Ve bu yüzyıllık suskunlukta önemli kırılmalara yol açtı. Aynı zamanda Osmanlı kadın hareketi ve bu kadın hareketi içersindeki Ermeniler tartışılıyor. Dersim’de evlatlık olarak zorla alınan çocuklar konuşulmaya başlandı. Kürt kadınlarının hikayeleri ve onların direniş öyküleri büyük bir merakla artık ele alınıyor. Bu yaklaşım tarzı pek çok ezberi bozuyor. Tabuları sarsıyor. Kadınlar da artık tarihin özneleri, büyük felaketin mağduru ve aynı zamanda direnişçileri olarak yerlerini alıyorlar.


Bütün bu kadın hikayeleri soykırımı toplumsal cinsiyete bakmadan anlayamayacağımıza dair bir örnek teşkil ediyor. Ve aynı zamanda toplumsal cinsiyeti de tek başına izole bir kategori olarak da inceleyemeyeceğimizi gösteriyor. Sömürüye dayalı sistemin, iktidarın çok farklı eksenlerde nasıl çalıştığını, bu farklı eksenlerin birbirlerini nasıl ördüklerini hep birlikte bakmamıza imkan tanıyan bir çerçeve sunuyor. Aynı zamanda kurbanların ve hayatta kalanların gücüne ve dayanıklılığına saygıyı içeren bir tanımayı zorunlu kılıyor.


Sömürü sistemi doğası gereği, kolay harcanabilir, gözden çıkarılabilir, öldürülebilir hayatlar yaratıyor. Kriz dönemi bunlar kuşkusuz savaşlar, katliamlar, soykırımlar olarak ortaya çıkıyor. Sözlerimi sistemin muhalif kurbanlarını, emekçilerini, yoksulluk, sömürü, patriyarka, homofobi kurbanlarını unutmadan, soykırım kurbanlarının anısına saygı, hayatta kalabilenlerin gücüne dayanıklılığına ve cesaretine ve her şeye rağmen, direnenlerin mücadele azmi ve kararlılığına hayranlıkla bitiriyorum.

Teşekkür ederim.


Not: 19-20 Aralık 2016'da "Dünyaya Başkaldırıyoruz" ismiyle EKA'nın (Emekçi Kadınlar) düzenlediği "Uluslararası Kadın Konferansı"na sunulan metindir.

Comments


EKA3-01.png

dünyaya başkaldırıyoruz!

© 2023 by RAFTER'S. Proudly created with Wix.com

bottom of page