top of page

Tolika / "Bacikam al beni"



Nihal Toprak


"Dünyanın dört bir yanındaki

kayıp insanlar için..."


“Adı özgürlük olan bir ülkede doğdum ben/ Suyun Toprağın göğün adı ‘Özgürlük’ olan”


İncecik bir öykü kitabına koca bir tarihi sığdırmayı başarmış yazar nasıl olmuşsa. Yerinden yurdundan edilmişliğin vahşi tarihi ve iki kız kardeşin kahredici ayrı düşüşünün hikayesini anlatacak yazar bize… Ben de aracıyım …


On gündür güneş yüzünü göstermedi. On gündür yağmur yağıyordu. Her yan ıpıslak, rutubetli… Nihayet bugün, Selanik’in biricik ilacı, kente yaşama gücü veren, havayı temizleyen kuzey rüzgarı “Vardar” çıkageldi sonunda.


Vardar rüzgarı, Selanik’te ne zaman esmeye başlasa, durdurak nedir bilmez. Gün ilerledikçe sakinleşeceğine, daha da dondurucu kesilir, kudurur da kudurur. Görünen o ki; Makedonya yöresindeki karla kaplı dağların hikmetidir bize, bu dondurucu rüzgar.


Gökyüzü pürü pak oldu ve yine o pırıltılı masmavi rengini aldı. Şimdiler de duygusuzlaşıp, herşeyi kirleten insanlar yüzünden artık kaybolan o güzelim gökyüzü mavisi.


Ve güneş…

“Ahh… Tanrım nasıl bir tanıklıktır bu!.. Nasıl bir çile!.. Nasıl dayanacağım… ahh… canım kız kardeşim nerelerdesin acaba? Bunca apansız, bunca sık girerken rüyalarıma, bir kez de gelecekten gelsen, çıksan karşıma ne olur? Seni görsem, bassam bağrıma, kucaklasam ondan sonra ölsem gam yemem.” diye kahırlandı yıllarca Sofia; kaybettiği ve yaşayıp yaşamadığını bile bilmediği küçük kız kardeşinin ardından.


Rüyasında doğduğu köy olan Yizigöl’deydi… Seksen dört yıl önce 1914’de güzel, verimli ve zengin bir köy… Yemyeşil dağların yamacında yeşilliklerle kuşatılmıştı… Altı kilometre ötedeydi deniz… Ama bereketli nehirlerin oluşturduğu sel yataklarından ve bataklıklardan ötürü ulaşılmaz bir bölgeydi deniz yakası…


Biraz öteden, bir büyük nehir, Alis nehri yani Kızılırmak akıyordu ve yakınındaki Bafra kentinden denize dökülüyordu. Yaz ayları dahil, bütün o yöreyi bereketli sularıyla verimli kılıyordu. Alis, yani Kızılırmak Bafra’dan, İris yani Yeşilırmak ise Samsun’un doğusundan Karadeniz’e dökülüyordu. Mikrasya’nın, Küçükasya’nın en büyük iki nehridir bunlar.


Amasya bir dönem, Pontus’un başkenti olmuştu… Kökleri Persler’e dayanan, Mitridates krallıklarıyla. Yunan dilini ve kültürünü büyük bir hayranlıkla benimseyip, kutsayan Persler’e… O Persler ki Yunan dili ve kültürüne olan tutkularıyla, bu kültürü benimseyip, yaymışlardı dört bir yana.


Pers krallarının çoğunun eşi yada annesi elen kökenliydi. Bu krallık o dönemin tüm ünlü krallıklarıyla savaşıp Atina’ya dek uzanmıştı. Roma’nın şiddetinden de korkmamıştı. Ama sonunda boyun eğdi, pırıltısı söndü, yok oldu. Dağların yamaçlarındaki işlemeli, anıt mezarlar ziyaretçilerde burada muhteşem bir krallığın hüküm sürdüğünü anımsatır. Mitridatesler… Eski Pontus’ta kralıklar krallığı…


Krallardan biri, tıpta büyük bir başarı göstererek, tıp terminolojisine adını kutsal bir emanet gibi kazıdı. İleride büyük bir kral olunca, oğlunu zehirleyeceklerinden korkan annesi, ona daha çocuk yaşlarda küçük dozlarda zehir veriyordu. Zehire bağışıklık yapabilsin diye. Ve oğlu çok büyük bir kral olduğunda zehirlenme korkusu olmayacaktı. Çünkü; zehire karşı dirençli olacaktı. Ancak gün geldiğinde, Romalılar tarafından yenilgiye uğradı. Ve intihar etmek istedi. Ama başaramadı. Kralın zehire karşı bağışıklığı vardı. O zaman korumasını çağırıp, kendisini süngüleyerek öldürmesini istedi. Ogün bugün tıp terminolojisinde mitridathizmos olarak anılmaktadır.


İ.Ö. 944’te Samsun’a, Athinoklea başkanlığında, Atina’dan yeni kolonizatörler geldi. Onlar iktidarı ele geçirerek kentin adını değiştirdiler ve kente “Pirea” adını verdiler. Kent bu adı Atinalı’ların hükümranlığı boyunca korudu. Atinalı’ların egemenliği sona erince, kent yeniden Amisos (Samsun) adını aldı.


Bu gerçek gösteriyor ki; halkın büyük bir bölümü Rumlaştırılmış (Elenleştirilmiş) Paflagonlardı ve onların belleğinde, vatanlarının eski adı hep saklı kaldı.


Samsun her dönemde şöhretli ve zengin bir kent oldu. Bugün de gelişmiş ve büyümüş tarihsel Pontus/Karadeniz kentidir. Bir zamanlar yukarı Amiso’da okullar, kültür merkezleri, olumlu toplumsal ilişkileri ve renkli şiveleriyle iki bin elen ikamet ediyordu. Aşağı Samsun’da yanında 4 okulu olan Agia Triada kilisesi vardı.


1800’lerin başında, bu zengin ve verimli yörenin birçok bölgeden göç eden insanı barındırdığı söylenir. Özellikle Kapadokya’dan gelip bu yöreye yerleşenler çoğunluktaydı. Bol ürün 1.derecede yüksek tütün rekoltesinin, iyi gelir getirdiği, hayvan yemini de karşılayan zengin bitki örtüsüyle kaplı bu bölgenin, her geçen gün, Hristiyan ya da Müslümanlardan oluşan yeni güçlerle akına uğraması olağandı.


Balkan savaşı başlamıştı. Ve yankıları ta Karadeniz’e dek gelmişti. Durumu Türk dostlarıyla konuşup tarşıyordu Dimitro. Komşu köyde kardeşi gibi sevdiği candostu Mustafa vardı. Hepsinin birleştiği nokta; Balkanlar’da yaşananlar onları ilgilendirmiyordu, ilgilendirmemeliydi. Onlar aynı tanrıya şükrederek, kardeşçe bir armoniyle, barış içinde yaşıyorlardı. Olanların ucu onlara dokunmamalıydı.


1908 Anayasası ile, yani Meşrutiyet ilan ederek “Tam Osmanlı Uyruklular”a, ayrım gözetmeksizin eşit haklar tanındı. Yörede ilk karabulutlar, Rumeli’nin Kosovası’nda Müslüman mübadillerin yani göçmenlerin gelmesiyle belirdi. Bu göçmenlerin yirmi bin kişisini devlet Samsun ve köylerine, o anda boş olan Hristiyanların evlerine yerleştirdi.


Sofia, 1914’te doğduğunda, Amasya başkilisesindeki istatistiklerden edinilen bilgiye göre, Amisu ili için (yunanca’da söylendiği biçimiyle Sampson’a) ve Bafra’ya ilişkin birçok belge ve liste vardı.

Dimitros Tolmanin’in yaşadığı, küçük Sofia’nın 1914 yılında doğduğu köyde Türkçe’yi ana dili olarak konuşan 550 hristiyan yaşıyordu. Onlar komşu köylerde yaşıyorlardı. Hristiyan komşyularıyla çok iyi alışveriş ilişkileri içindeydiler.


Kirya Sofia bize şöyle diyecekti; “Onlar biz Hristiyanları, bizde onları Müslümanları hemşehri olarak görüyorduk. Bizi ayıran sadece dindi. O da hiçbir sorun yaratmıyordu.”

Yıllar sonra Sofia; “henüz iki yaşındaydım” diyecekti; 1916 ilkbaharında Rusya, Osmanlı ile savaşa tutuştuğunda ve Trabzon’a girdiğinde, Ruslarla aynı yörede olanlar için bir sorun yoktu. Ama bu tarafta Samsun ve Bafra’da kalmış olan bizimkiler, büyük zorluklar ve dertler içindeydiler. Cehennemi ve ölümü birarada yaşadılar.


Trabzon’un Rus işgali altında olması, ittihatçıların etrafında toplananların fanatizmini ve nefretini besledi, güçlendirdi. Vahşet arttı. Bu şiddetin, vahşetin vebali, Batı Karadenizli Hristiyanlara yüklendi. Onlara karşı antipati ve onları defetme isteği arttı. Cinayetler, cürümler meşrulaştı. Samsun ve Bafra’nın köylerinden ele geçirdikleri Hristiyanları yargılamak için Saathane Meydanı’na getirip astılar.



Bu olay nedeniyle direnişçi bir grup, civardaki ormana ve dağlara çıktı. Rus işgal kuvvetleri de, bu tür direnişçi/ çete gruplarından Osmanlı ordusunu şaşırtmak ve dikkatleri başka yöne çekmek için oldukça yaralandı. Onlardan hem silah hem asker yardımı aldı. Bu durum ittihatçıları daha da çileden çıkardı ve saldırganlaştırdı.


Kavgasız, gürültüsüz yaşayan bir topluluğu perişan ettikten sonra, son emirde Refet Paşa’dan çıktı. Dağlarda saklananlar da bölgeden defedilmeliydi.

Kirya Sofia’nın ailesi de savaştan göçlerden nasibini almıştı. Babasını, iki ağabeyini, akrabalarını, savaşta yitirdi. Sadece kendisi ve kardeşi Tolika ile babasının arkadaşlarının ve komşularının bulunduğu Bafra’nın Hacı Ömer köyüne doğru, kırık dökük at arabasının arkasında, sürücüsü lanet olası Hüseyin ile yola çıktılar.


Sürgün devam etti ve Hüseyin at arabasını sürdü. Sofia ve Tolika arabanın arkasında, Tolika’nın tuvalet ihtiyacı gelir, Sofia’nın tüm yalvarmalarına rağmen Hüseyin arabayı durdurmadı…

Sofia olanı şöyle anlatıyor;


Hüseyin arkaya doğru döndü. O kaba ellerini uzattı ve Tolika'yı elbisesinden yakalayıp, yola attı. Arkasından Hüseyin atı ardı arkası kesilmeyen kırbaç darbeleriyle kamçıladı. Ve araba şimdi çok daha hızlı koşmaya başladı.

Ben küçük kızkardeşimi, Hüseyin'in savurduğu yerde, toprağın üstünde yığılmış vaziyette gördüm. Tolika gecikmeden, aceleyle hemen kalktı, kırık dökük arabanın peşinden koşmaya başladı. Aynı zamanda ağlayarak çığlık çığlığa feryad ediyordu. "Bacikam al beni, bacikam al beni, kızkardeşçiğim al beni yanına..." ...

Sofia sekiz yaşındadır, Tolika daha dört yaşında. Sofia arabanın arkasında, Tolika’nın bacikam al beni, beni bırakma, bacikam yanına al beni çığlıklarıyla çaresizce Hüseyin’e yalvarır ama nafile gaddar Hüseyin durmaz. Sofia diğerleriyle birlikte Selanik’e yollanır. Fakat Tolika’yı bir daha göremez. Ogün bu gündür hala kızkardeşinin çığlıkları kulağından gitmez, Selanik’ten Bafra’da bırakılan kalp.


Bu hikaye de tarih boyunca ne çok Sofialar, Emineler, Dimitriler, zalim Hüseyinler var… Ve bugün yanıbaşımızda cehenneme çevirdikleri Suriye’nin kadim topraklarından sürgün edilen, savaşırken yaşamını yitiren, ya da yeni yaşamlara tutunmak için çıktıkları yolda mavi denizlerin mezarları olduğu ne çok yurdundan edilmiş göçebe insanımız var… Ve dünyanın hiç bilmediğimiz bir yerinde bu vahşet halen devam ediyor. Yıkana kadar!


Tolika’da bir sembol değil, yol gösterici belki. Pontos'ta yatan binlerce sahipsiz ölünün adalet çığlığını bizlere haykırıyor. Eğer Karadeniz'e, Pontos'a yolum düşerse eğilip ve toprağı dinleyip, altından gelen seslere kulak vereceğim. Belki Tolika’nın sesini duyarım…


Tolika: Elenler’de bir kadın adı Anatoli’nin kısaltılmış, küçültülmüş biçimidir. Yunanistan’da sevgiyi ifade etmek üzere, özellikle çocukların ve sevilenlerin isimleri küçültülür. (Fatma’nın Fatoş olması gibi)


Comments


EKA3-01.png

dünyaya başkaldırıyoruz!

© 2023 by RAFTER'S. Proudly created with Wix.com

bottom of page