Sendikalar, resmi kurumlar, “bağımsız” kuruluşlar vb tarafından hemen her konuda ve toplumun hemen her kesimiyle ilgili bir veri/istatistik, neredeyse sürekli, düzenli aralıklarla paylaşılmakta… Resmi olanlara pek güven kalmamışsa da bu veri/istatistik paylaşımlarını okurken -tabi okuyorsak- ya da tv-radyo kanallarında dinler-izlerken -tabii kanalı değiştirmiyorsak- ya da sosyal medya hesaplarına düştüğünde öğreniriz ve hem şaşırır, hem de karşımıza çıkarılan o verinin üstüne kendiliğinden ekleme yaparız: “Kesin daha fazladır”, “daha kötüdür” deriz. Bu yalnızca verilere, veriyi sunanlara inançsızlıktan değil, toplumun büyük kesimi bu verileri daha şiddetli yaşadığı içindir. En inanmadığımız o veriler dahi yaşamda çok büyük, korkunç ve şiddetlidir.
Örneğin, diyelim resmi olarak 3-4 milyon civarı işsiz var. İşsizlik birey bazlı hesap edilir ve bu haliyle bile korkunçtur. Ailelerde genel olarak geçimi sağlayan bir ücrettir, bu da yoksa işsizin kendisiyle birlikte ailesinin de açlık çektiği ve barınma, sağlık, eğitim gibi en temel gereksinmelerden ya tamamen yoksun ya da büyük oranda yoksun kaldığı anlamına gelir. Bu durumda otomatikman 5-6 milyon insan açlık, sefalet içinde yaşıyor. Demek ki işsizliğe dair bir veri, işsizliğin yaşamdaki şiddetinin büyüklüğünü anlatır. Ama sözünü ettiğimiz şey yalnızca bu değil.
Toplum kesimlerinin yaşadıklarını resmeden bu verilerin tümü bir arada düşünüldüğünde (işsizlik, yoksulluk, iş cinayetleri, kadın ve çocukların katli, cinsel saldırılar, intiharlar, şüpheli ölümler, hak gaspları, hapishaneler, icralar, yolsuzluk-rüşvet, çete-mafya icraatları, uyuşturucu, fuhuş, eğitim, sağlık, adalet sorunları vb vb…), verilerdeki kötü yükseliş inişten daha istikrarlı ve büyükse, orada artık söylendiği gibi “gelişmekte olan bir toplum” veya “gelişmesi sekteye uğramış/durmuş bir toplum”dan değil, hızla çürüyen, çöken bir toplumdan, sistemden, hatta çöküşün ve çürümenin de sıçramalı olarak arttığı/artacağı bir toplumdan söz edilmiş olur.
Geçtiğimiz iki ay içinde Narin cinayetiyle birlikte ard arda yaşananlar ve neredeyse herkesi sarsan, “ne oluyoruz?” dedirten, öfkelendiren şey, işte bu çürüme ve çöküşün sıçramalı biçimindeki halidir. Buna bir artış demek yaşanılanı karşılamaz. Aynı zamanda bunu, son dönemin ekonomik kriziyle, bu krizin uzun, şiddetli ve yıkıcılığıyla açıklamak da yeterli değildir. Krizin kendisi de çürüme ve çöküşün sonucudur, birinin bir diğerine karşı şiddetli etkisi elbette vardır.
Kapitalizmde çürüme sistemin kendi doğuşundan itibaren vardır. Bu yanıyla yeni bir durum yoktur. Bir de Lenin’in vurguladığı bir aşama vardır. Devlet tekel bütünleşmesiyle her alanda egemen olan tekelci kapitalist aşama, çöküş ve çürüme aşamasıdır. Bu aşama olduğu yerde kalmaz. Ömrü dolmuş her sistemde olduğu gibi çöküş ve çürüme, onun tüm organlarına, kılcal damarlarına varana kadar kendini ortaya çıkarır. Normalde kapitalist cumhuriyetler, parlamentolar, onun çürümüşlüğünü, çürümüş ilişkilerini perdeleme araçlarıdır fakat bu perdelere basılan naftalin bile kokuyu gideremez, çünkü onlar için de durum aynıdır.
Peki bu koşullarda toplumun ezilen kesimleri, emekçi sınıfları sistemin çürümesinden kendilerini muaf-uzak tutabilir mi?
Uzun yıllardır buna teslim olmamak (çürüme ve çürümenin en politik hali faşizm) için ezilenler, emekçi sınıflar mücadele içindeler. Fakat mücadeleyle kendilerini uzak tutmaya çalışmaları da fayda getirmez. Getirmiyor da ki; tekellerin sahibi olduğu parlamentolara, kapitalist cumhuriyetlere (artık ondan ne kalmışsa!) bel bağlamak nasıl fayda getirsin!
Küçük bir hatırlatma… Yaklaşık on yıl önce Mersin’de Özgecan Aslan’ın vahşice katledilmesiyle de toplum bir şok, öfke dalgası yaşamış ve kadınlar, gençler, birçok şehirde kitlesel biçimde sokaklara çıkmıştı. Evet, bu, kadın cinayetlerine karşıydı ve bu aynı zamanda toplumun bu çürümeye set çekmek istediği eylemiydi. Ama o set çekilemedi, çünkü mücadele sonuna kadar götürülemedi. Bunun yerine, kadınları ve çocukları koruyacağı düşünülen bir sözleşmeye ve bu sözleşmeye dinci faşist bir iktidarın uyacağına, uygulayacağına umut bağlandı. Şöyle denebilir: “Hayır, uyması/uygulaması için ne kadar mücadele ettik, geri çekilip beklemedik!” Evet, ama meseleyi ele alış baştan yanlış olunca, ortası da devamı da yanlışlarla gidiyor.
Peki Özgecan’dan sonra neyi engelledik ve sorunu feminizm nereye getirdi, bağladı? Engellenemediği ortada! Veriler bir kenara, durumun nasıl olduğunu şu cümle açıklıyor: Yaşamak İstiyoruz! Bunun altını-üstünü politik, edebi birçok şeyle doldurabiliriz ama durum bu!
Peki feminist hareket, kadına, ezilen cinslere ve çocuklara şiddet ve katletme karşısında neler öneriyordu?
Bir: Koruma -sığınma evleri.
İki: Eğitimden cinsiyetçiliğin çıkarılması vb.
Üç: Devletin, erkeği bu “eylem”lerinden dolayı en ağır biçimde cezalandırması.
Peki sonuç? Üçü de çöktü. Hem de hiç yaşayamadan! Hatta son bir yılda bir de şöyle bir şey çoğaldı; baba/koca kendiyle birlikte çocukları ve kadını öldürüyor. Ve feminizmin hala söylediği tek şey: Kahrolsun erkek şiddeti! Gerçekten sorun, bunca çürümüşlüğü, yozlaşmayı, vahşeti yaratan besleyen insan yarısının bir cinsi mi? Bu; sorunun hiçbir zaman çözülemeyeceğini kabul etmektir.
Hitler faşizmi Alman halkına ne yapmış, neye dönüştürmüştü? Bir halka önce kendi elleriyle, kendi kurtuluş umudunu boğdurtmuş, sonra da aynısını dünya halklarına yapması için cepheye sürmüştü. Sadece erkeklere değil, kadınlara, gençlere, çocuklara da bunu yaptırtmıştı. O yüzden faşizmden, faşizm koşullarından çıkan daha büyük bir çürüme yoktur. O yılları anlatan bir Alman edebiyatçı, romandaki bir kadın karakterinin ağzından “faşizm insanlığın posasıdır” der. Böyle bir posanın -daha doğrusu çürümenin- elinde erkek egemenliğin alabileceği tüm gıda vardır. Böyle bir “posa” erkeği kıyım aracına, kadını kurbana ve giyotinin önünde cellada sepet tutan yardımcıya dönüştürür, ki daha fazlasına dönüştürdüğünü de çok iyi biliyoruz.
Şimdi düşünelim Hitler faşizmi koşullarından fark ne? Tek fark; 12 Eylül’den beri, hala halklar faşizmle teslim alınamamıştır. Fakat yenilmediği için de ekonomik krizlerin büyük yıkıcılığıyla her seferinde daha fazla çürüme toplumun içine yayılıyor. Bu nedenle mücadeleyi sonuna kadar vardırmanın en önemli varlığı faşizmin (hangi surette, adda olursa olsun) yenilmesidir. Cinsiyetler üzerinden ele alırsak, ne biz tek başımıza kadınlar olarak bunu başarabiliriz, ne de erkek cinsi…
Evet, erkek egemenlik, bin yıllar öncesinden geliyor. Bugün, gericiliğin, çürümenin bütün kanallarıyla onu besleyen, cesaretlendiren, Hitlerin Alman halkına yaptığı, dönüştürdüğü şeyi ona yaptırmaya çalışan -dünyanın her yerinde böyle- faşizmdir. İkincisi özel mülkiyet sistemidir; kapitalizmdir. Bu iki temel gerçek ortadan kalkmadığı, yenilmediği sürece, bırakalım erkek egemenliği yenmeyi, “erkek şiddeti”ni bile yenemeyiz. Bu çürüme toplumun içinden başka türlü sökülüp atılamaz. Bu toplumun ezilen kesimlerinin, emekçi sınıflarının kadını ve erkeği olarak, bu iki temel gerçeğin politik devrimci ittifakıyla mücadeleyi sonuna kadar vardırabiliriz. Yoksa birbirimizin düşmanı, celladı, kurbanı oluruz… Erkek egemenliğin tüm can damarlarını kesip atabilmenin yolu toplumsal devrimden geçiyor.
Comments