Herhalde biliyorsunuz ben doktorum ve 1949 yılında tıp fakültesinden mezun oldum. Ben o kadar hevesli değildim ama annem çok özeniyordu; ille Paris yahut Avrupa ülkelerinden birinde ihtisas yapayım diye. Ben de bunun üzerine Paris'e gitmeye hazırlandım ve gittim de. Gitmeden önce Türkiye Komünist Partisi Üyesi olmuştum. Yani daha fakültede, öğrenciliğim devam ederken Komünist Partisi üyesi olmuştum. Parti görevlisi olarak Paris'e gittim ve Paris'te bulunan Türkiyeli Komünistleri örgütlemek ve onların sorumlusu olmak göreviyle işe başladım.
Bu arada artık bir şeref mi diyeyim, bir talihsizlik mi diyeyim, bir aksilik mi diyeyim Nazım'ın dışarıda olduğu, yurt dışına gitmiş olduğu yıllara rastladı 1951 yılı. Ve o sene 1951 yılının Ağustos Ayında Dünya Gençlik Festivali adında, iki yılda bir düzenlenen etkinlikler vardı. Büyük büyük gösteriler yapılıyordu. Her ülkeden o ülkenin komünizme yatkın olan, komünizm mücadelesi veren gençleri, festivalin yapıldığı ülkeye gidiyorlardı. Orada yüzbinlerle buluşuyorlardı. Çok güzel günlerdi. Üçüncü Gençlik Festivali'nde ben de, Fransa Sorumlusu olarak Doğu Berlin'e gitmiştim. Berlin'de yapılıyordu. Nazım'da oraya geldi. Orada buluştuk kucaklaştık vesaire falan. Yani benim gençliğimin ve artık pürüzsüz günlerimin sonu başlamış oldu. Nazım benden Türkiye'ye gitmemi ve işte bazı mesajlarını iletmemi, ailesine para götürmemi falan filan... Bunlar teferruat tabi. Onun üzerine ben Türkiye'ye geldim.
Türkiye'deki sorumlu arkadaşlarla görüştüm. Maalesef bu görüşmelerimiz kayıt altına alınmış. ve ben tekrar dışarıya çıkarken, yani Paris'e görevli olduğum yere, vazifemin başına dönerken; polis tarafından gözaltına alındım. İşte hayatımın dönüm noktası bu oldu. Böylece doğru Birinci Şube'ye götürüldüm. Ben şubeye götürülürken, Fransa'ya gideceğim vapur iki saat bekledi. Birinci Şube'ye vapurdan haber geliyordu. ''Kalkalım mı? Bekleyelim mi?'' diye. Vapurla Marsilya'ya gidecektim ve oradan Paris'e geçecektim. O zaman daha uçak seferleri günlük hayatımızın teferruatına karışmamıştı.
Birinci Şube, alınmama hazırlıklı değildi galiba. Onun için karar veremediler bir süre. ''Şimdi bu kızı tutarsak ve sonunda ya bir şey çıkmazsa... Gönderirsek bir daha ele geçiremeyiz.'' diye kararsızlık yaşadılar. Nihayet bir kaç saat sonra ''getirin'' diyorlar. Ve benim hapishaneyle veyahut tecritle tanışmam böyle oldu.
Ben iki sene İstanbul Emniyet Müdürlüğü'nün Sirkeci'deki yerinde kaldım. Bilmiyorum hatırlayanınız var mı, o zamanlar Emniyet Müdürlüğü Sirkeci'deydi. Sirkeci'deki Emniyet Müdürlüğü'nün bir odasında -altıncı kattı galiba- tam iki sene, belki de biraz daha fazla yalnız başıma kaldım. Yani tecritte yaşadım. Orada yirmi kadar hücre vardı. Benim tutuklanmamdan sonra, birer, ikişer, üçer birbiriyle bağlantısı olduğu düşünülen, komünist partili olma ithamıyla suçlanan arkadaşlarımızın hepsi, İstanbul Emniyet Müdürlüğü Birinci Şube'sine getirildi.
Hepsinin içinde kızların, böyle yaprak gibi genç kızların bile falakadan geçirildiği bir soruşturma iki sene boyunca devam etti. Bu iki sene boyunca ben hep Emniyet Müdürlüğü'nde kaldım. Ha bu arada da falakada çok kibar davranıyorlardı. Kız arkadaşlara dayak yerken bacakları gözükmesin diye pantolon giydiriyorlardı.
Benim babam da, annemin ailesi de İstanbul'un cemiyet hayatında oldukça tanınan kişiler olduğu için, bir de Paris'ten gelen genç bir hanım falan filan bana pek el sürmeye cesaret edemediler. Yahut acımış da olabilirler. Ne bileyim.... Fiziken işkence olmasa da iki sene tecritte kaldım. Tecrit demek biliyorsunuz, hiç kimseyle görüşememek demek. Yalnızca haftada bir gün, ailenizden bir kişiyle, sadece on dakika görüşme hakkınız var. Annem sağdı o zaman, o da gelip bana gözyaşlarını göstermek için ziyaret yapıyordu. Öyle görüşmeler yapıyorduk işte.
Başka arkadaşlar falakayla işleri bittikten sonra cezaevine götürülüyordu, İki sene sonra ben de cezaevine öbür arkadaşların yanına geçtim. Ve ben o zaman sekiz seneye mahkum oldum. Sonradan temyiz edildi... Asgari haddi aştıkları için (Bunları duydunuz mu hiç. Çok da önemli değil. Başınıza gelmez inşallah, gelince öğrenirsiniz. Zor bir şey değil) altı sene yani pardon beş sene sonra hapishaneden çıktım. İki sene tecritten sonra öbür arkadaşlarımın yanında üç seneden fazla kaldım. Beş buçuk sene de çıkmış oldum hapishaneden.
Sonra tabi cefamız bitmedi, 12 Mart dönemi geldi. O zaman da gene sekiz seneye mahkum edildim. Onu da yatacaktık, eksik olmasın Ecevit imdada yetişti. 1974 affıyla üç yıl yatıp çıktık. Ecevit affıyla bu seferde yakayı kurtardık. Ama düşünebiliyor musunuz, yani iki sene yalnız başınıza kalıyorsunuz. Günlük gazete bile yok. Kontrolden geçen ders kitapları falan alınıyordu sadece. Ben o kadar güzel bir program yaptım ki, hiç umurumda değil hapse girmiş olmak. Biraz kaçıklık vardı bende. Değil mi?
Böyle kişisel meseleleri büyütmem hiç. Aç da kalırım, yorulurum da. Hiç dert etmem. Tecritteyken de bunu dert etmedim. Düzenli olarak, sabahları öğlene kadar İngilizce okurdum. Öğleden sonraları Fransızca tıp kitapları okuyordum. Akşamları da bir Varlık -O zaman Varlık Yayınları çok muteberdi (itibar gören, hatırı sayılan, saygın, güvenilir, inanılır). Onları alabiliyorduk. herhalde edebiyatı çok tehlikeli bulmuyorlardı henüz. - Kitabını baştan sona bitiriyordum. Uykuya falan ihtiyacınız yok ki, yorulmuyorsunuz. Neyse işte böyle geçen bir süreçti.
Biliyor musunuz, tecritti, işkenceydi çok da zor değil. Falaka da zor değil. Genç kızlar vardı. Nuran'la Sevinç, onlara çok ağır işkence yapıldı. Adlarını ara sıra rahmetle anarsanız sevinirim. Çok değerli arkadaşlardı ikisi de. Sevinç Tanık Özgüner ve Nuran Bozer.
Hiç bir zaman tecridi çok büyütmedim. Ben kendim vazife saydığım bir şeyi yaptım. Yanlış yaptığım şeyler oldu. Yanlış yapmama neden olan arkadaşlarım da oldu. Onlar da epey canımı sıktılar tabi. Biraz kafa da tuttum, falan filan ama olacaktı tüm bunlar. Su testisi su yolunda kırılacak başka çaresi yok. Ben bu işe başlamadan önce böyle olacağını biliyordum. Helal olsun, Türkiye'ye beş paralık faydamız olduysa beş sene de yatarım daha fazla da.
-O zaman kaç yaşındaydınız?
Fakülteyi yeni bitirdiğim yıl 24 ve yahut 25 olmuştum. Hesaplarsam çıkar ama şimdi vakit alır.
Sonra Efendim, bir de bunca zaman tecritte kalmanın iyi bir tarafı da var. Bizimle tutuklanan erkek arkadaşlarımız da var tabii. Bizim gibi tecrit hücrelerinde kalıyorlar. Adlarını duymuşsunuzdur belki bazılarının. Mesela Mihri Belli... Muzur diyorlar ya bize, işte bu adamcağız da muzurların başıydı. Herkese notlar, pusulalar yazıyor. Gelirken geçerken nöbetçilere sezdirmeden hücre kapılarının altından bize atıyor. ''Şöyle yap, böyle yap'' falan diyor herkese. Bir gün baktım kapının altından bir kağıt geldi. Açtım baktım. ''Yiğidin kalesine sığınmak lazım'' yazıyor. Allah Allah, ne demek bu... Meğer yiğidin kalesine sığınmak, ağzını sıkı tutmak demekmiş. Polise konuşmayalım diye bize mesaj yazıyor. Neyse, biz öyle oradan başladık muhabbete. Bir de baktık adam niyetini değiştirdi. Biz de yalnızlıktan olsa gerek, baktık mektuptan da olacağız, o mektupların sonu gelmesin diye, habire cevap yazdık. Günde üç kere pusula değiştirdiğimiz oluyordu. Tekniğini söyleyemeyeceğim kusura bakmayın. O taraftan, bu taraftan derken ilişkimiz başladı. Artık hücrelerdeki tecrit bitip de cezaevine geçince nişanlı olduk. Böylece hayatımızın adamını da hapiste bulmuş olduk.
- Nikahı da Orada yaptınız değil mi?
- Evet, orada başefendi vardı. Başgardiyan değil, askeri cezaevlerinde olduğumuz için başımızda askerler vardı. Şimdi efendim, tutuklandığımızda, bizim içimizde de bir asker olan arkadaşlar vardı, bir de askerliğini yapmakta olan arkadaş vardı. Grup içinde iki tane asker olunca biz askeri mahkemede yargılandık. Yani sivil cezaevine götürmediler. Askerleri de komünist yaptık ya, ''al bakalım size'' diye, yumruğu kafamıza indirdiler. Nöbetçilerimiz falan hep erlerdi. Merkez Kumandanlığı'nın Harbiye'de; subaylar için, askerler için kullandığı askeri cezaevinde kaldık. Orada Nişantaşı Kaymakamlığı'nın Evlenme Dairesi'ne iki tutuklu olarak, asker nezaretinde gittik. Ve çok güzel bir nikâh merasimi oldu.
“Nikah merasimi için ne aceleniz var?” diyeceksiniz ama biliyorsunuz, cezaevlerinde görüşebilmek için soyadlarınızın aynı olması gerekiyordu. Sadece annenle, kardeşinle, babanla görüşebiliyorsun. Şimdi Mihri Belli'nin soyadı Belli, benim de Tarı olduğu için ziyaret yapamıyorduk. Nikah kıyıldıktan sonra artık o meseleyi de hallettik. Nikahtan sonra biz bir kaç sene boyunca, haftada bir kere on dakika görüşme saadetine eriştik.
Sonra efendim, mahkemeler başladı. Biz dışarı çıktık. Fakat inanın onlar kolaydı, çıktıktan sonra bizim için esas zorlukların başladığı bir hayat oldu. Düşünün ben tıp fakültesini bitirmişim, sonra ihtisas yapmak için Paris'e gitmişim. Geldim yakalandım, biliyorsunuz. Ondan sonra ihtisasım da yarım kaldı. İşsizim. Mihri Belli derseniz, yedi dili çatır çatır konuşuyor ama iş yok. Bir tercüme bürosu açtı. Tabii iş yok. Günde iki üç tane tercüme yapacak da onunla geçineceğiz. Yani zor günler yaşadık. Esas zorluğu da cezaevinde değil, toplumdan tecrit edilmenin en zor kısmı bu geçim derdidir. Bir de bu arada iki çocuğumuzu da besledik. Benim bütün isteğim, bir kız çocuğum olsundu. Ama iki tane oğlum oldu. Artık üçüncü oğlana katlanamam diye bir daha da yapmadım.
Şimdi efendim, gelelim işin ciddi tarafına; tek başına, iki sene okusan da, yazsan da tecrit kolay değil. Ben zorlanmadım çok, inanın. Ben dayandıysam herkes dayanabilir. Öyle mızmızlık yapmak, yok şöyle zordu böyle zordu demek doğru değil. Tabi tecrit zor. İşkence, hakaret bunlar zor şeyler. Ama bizim Adanalı genç arkadaşlarımız vardı mesela. O gencecik Adanalı arkadaşlarımız, bayağı işkence gördüler. Ve oralardan alınlarının akıyla çıktılar. Daha sonra okudular, biri doktor, diğeri diş hekimi oldu. Evlendiler, çocukları oldu. Çalıştılar, sonra ikisi de öldü maalesef. Ben halen yaşıyorum. Eşim öldü, arkadaşlarım öldü. Ben bu günleri görecekmişim demek ki. Mihri Belli yaşasaydı dün tam yüz yaşında olacaktı ama yaşayamadı.
Evet şimdi efendim, önemli olan ülkene ve halkına daha iyi bir geleceğe yönelik yolu nasıl açabilirsin ve nasıl o yoldan kitleleri bilinçlendirebilirsin. Önemli olan tek şey budur. Senin hayatın hapiste geçmiş, falaka yemişsin, ne olacak geçiyor. Sahiden hatırlanmıyor bu acılar. Ben 1951'de de 12 Mart döneminde de sekizer seneye mahkum oldum. O zaman da şansımız yaver gitti. Ecevit bir reform hareketi gibi hapishaneleri boşalttı. Ben mahkumiyetimin yarısını ancak yatmıştım ve öylece çıktım.
Biliyor musunuz, genç hanımlara söylüyorum; böyle genç kız olarak meslek edinmek ve yahut her hangi bir iş sahibi olarak yaşamak o kadar önemli değil. Ama dışarıda daha bacak kadar olan çocukları bırakıp da içeri girdiniz mi, o zaman çok daha zor oluyor. Yani haberiniz olsun, ona göre davranın. Hapis yatacaksanız önceden haberiniz olsun. Çocuklarınızı dışarıda bırakmayın, çok acıklı oluyor. Neyse ki bizim çocukların kafaları öyle pek bulanmadı. Bir gün küçük oğlan, ''Anne herkesin kötü dediği şeyi siz de neden yapıyorsunuz'' dedi. ''O da ne demek, sen ne biliyorsun'' falan diye tepki gösterdim. ''Onlar bilmiyorlar ki öyle konuşuyorlar'' falan dedim. Neyse üste çıktık. Ondan sonra bir daha lafını etmedi. Ve çok aklı başında bir doktor oldu, şimdi çalışıyor. Yalnız ne var ki maalesef yurtdışında çalışıyor. Burada bana iş yaptırmadılar, oğluma da yaptırmadılar. Bu sülaleye kara çalma şeklinde bir uygulama oluyor. O zaman böyleydi, şimdi biraz daha mı demokratlaştı bilmiyorum. Siz daha iyi biliyorsunuz.
Benim burada anlattıklarım yeterli mi bilemiyorum. Bana ne görev verildiğini çok da bilmiyordum. Ne konuda konuşacağıma dair hazırlığım yoktu. Bu yüzden dağınık anlatmış olabilirim. Ama her şey geçiyor. Görüyorsunuz, öyle çok eza çekmiş bir insan havasında değilim.
Sen kendinle, kendi eyleminle, kafanla, yüreğinle barışıksan; yaptığın işte kusur görmüyorsan o zaman vız gelir; beş sene değil, on sene de yatarsın. Ama yanlış yapmayacaksın. Arkadaşlarına zarar vermeyeceksin. Şunu bunu ele vermeyeceksin. Başını eğip, dalkavukluk yapmayacaksın. Oradan şerefinle çıktığın zaman hiç bir şey zor gelmez. Aç da kalsan zor gelmez, çıplak da kalsan, hasta da olsan zor gelmez.
Biz çok mütevazı bir hayat yaşadık. Çocuklarımızı da büyüttük. Hatta iyi okullara da verdik. Bütün ömrümüzce tercüme yaptık, çok çalıştık. Bütün ömrümüzce Fransızca yaz, İngilizce yaz, uğraştık. Doktorluk yaptırmadılar çünkü. Niyeymiş; işte komünistmişiz. Hatta oğluma bile Türkiye'de ihtisas yapma olanağı vermediler. Mecbur oldu çocuk, yurt dışına gitti. Şimdi halen Parislerde. Ama çok güzel bir kalp doktoru oldu. Şimdi hasta kalpleri alıp yerine sağlam kalp takıyor. Zor bir iş ben doktor olduğum halde zor geliyor. Ne oldu, Türkiye'den bu kadar yetenekli, aklı başında bir doktoru dışarı sürmüş oldular. Türkiye'nin işleri böyle biliyorsunuz. Her neyse, keşke bunları söylemek havasına girmeyeydim. Çünkü insanın içine dokunuyor. Bunca yıl emek verdikten sonra. Neyse, şimdi böyle.
Yani, insan doğru bildiği yolda, ezaydı-cefaydı çeker. Tabii öyle enayilik yapmamak üzere. Kör gözüm parmağına yapmamak üzere. Doğru ve vicdanıyla barışık olarak, emekçi sınıflarının ihtiyaçlarını, gereksinimlerini, doğru değerlendirerek; siyasi mücadelesine de devam edecektir, kendi şahsi yaşamını da sürdürecektir. Hayat, bize bahşedilmiş bir şeydir, onu iyi kullanalım. Hem doğru yolda, hem yardımcı yolda, hem ailemizi geçindirmek yolunda.
Çok teşekkür ederim, beni dinlediğiniz için.
Sevim Belli'ye çok teşekkür ediyoruz.
19-20 Aralık 2015 tarihinde yapılan EKA Konferansı'ndaki konuşmasından alınmıştır.
Comentarios