Sosyalist Kurtuluş
- Dünyaya Başkaldırıyoruz

- 8 Eki
- 6 dakikada okunur
Sena Kızılırmak

Daha önce bir yazıda demiştik ki, “feminist şiarları” ortaya koyanlarla mücadeleci kadın kitlesi ve kadınların gerçek kurtuluşu, özlemi arasında büyük farklar vardır. İsyancı, mücadeleci kadınların arzu ettiği özgürlük ve eşitlik, mevcut erkek egemen kapitalist sistem sınırlarının dışında değildir ve dahası, kadınları harekete geçiren, isyan ettiren şey tam da bu sınırların, bu kabuğun kadınlara dar gelmesindendir. Bu dar kabuk çatlayalı çok olmuştur; özne, daha ilerisini yaşama arzusuyla mücadeleyi göğüsleyerek ileri çıkmıştır.
Feminizme bakılırsa bu hareket, büyük bir hak mücadelesidir. Oysa gerçekte, ne elde edilirse edilsin kadınların hayatlarında, toplumsal konumlarında ciddi, köklü, kalıcı bir değişim yaratmayan kazanımların, niteliksiz, yaşamda tutarsız, geçici, dar ve göstermelik kalması bunun bir hak mücadelesi olmadığının, olmayacağının apaçık göstergesidir. Yine de yıllarca feministlerin yaptığı şey, “bu sefer olacak”, “bu sözleşmeyle olacak”, “şu yasa uygulanırsa olacak” diyerek, dar gelen kabuğun yarattığı isyanı, tekrar tekrar burjuva yasal sınırlara geri çekerek boş umutlar yaratmaktı!
Ne var ki, dinci faşist iktidarın baskı ve saldırıları artmaya devam etti. Bilhassa ekonomik ve siyasal krizin derinleşmesi, emekçi, yoksul halkları, ezilenleri mücadeleye daha köklü değişim talebiyle çekerken, dinci faşist iktidar baskı ve saldırılarının dozunu şiddetlendirip daha geniş kesimlere doğru yaydı. Böylece sistemin çöküşü daha geridekiler tarafından bile görünür hale geldi. Ve yıllarca “akademik” feministlerin iktidarla yan yana duruşuyla gökyüzüne bıraktığı umut balonları hızla sönüp “bu sistemde hiçbir şey olmaz, değişmez” karşıtlığına dönüşüp yere çakıldı.
Gerçekten de dinci faşist iktidar, karakteri gereği hiç hazzetmese de bu feministleri sofrada, yanında tutmuştu. Bu sadece bir imaj çabası değildi. Onlara tahammül ediyordu. Çünkü, mücadeleye uyanmış, hayatında eşitliği ve özgürlüğü somut olarak görmek isteyen kadın kitlesinin önünde onlarla (feminizm) bent kurmayı umuyordu. Üstelik “türban özgürlüğü” diye (ki bu bir özgürlük meselesi değildi, dinci-gerici ideolojinin “açılımı”ydı!) ençok “kıyameti” onlar kopararak iktidara kadınlar arasında yer açma fırsatı veren de onlardı. Şimdi kimi feministler “ama laisizm sadece inanç özgürlüğü olamaz” vs derken, yıllar önce bu çerçeveyi çizmekte nasıl ortak olduklarını anımsayamıyorlar! Ama buraya bir şey daha eklemek gerekir: “Akademik” feminizmin asıl görevi / etki alanı “sol”du. Bilimum solun kadınları, örgütleri feminizmin hayranı olup çıkmış, parlamentarizm sevdasıyla zaten kızıl bayrakları indirmiş olanlar hemen mor bayrakları açmışlardı. “Akademik” feminizmin saha etkinliği / eylemciliğini bunlar üstlenmişti. Yoksul mahallelere, okullara, işyerlerine feminizmi kadın kurtuluşu olarak anlatmak, taşımak, sofrada yeri olan “akademik” feministlerin yapamayacağı işlerdi. “Sol” menşeli olanlar, hükümete muhalif, feminizme hayran, ona dönüşmekte istekli, sosyalizmi yuhalamakta gönüllüydü.
Ancak, ezilenler nezdinde iktidarın vaktinin dolduğunu bildiren Gezinin çıkagelmesi, daha öfkeli, özgürlüğüne tutkun yeni nesillerin kadın cinayetlerine bireysel (yahut kurumsal içinde bireysel), münferit gibi gösterilen dinci-gerici saldırılara tepkisi, sokaklarda, eylemlerde boy göstermesi, dinci faşist iktidar içinde kadınlara bu aracılarla ket vurma umudunun sona ermesiydi. O yüzden “akademik” feministlerin hayal kırıklığı dolu bakışları altında, hiç umursamadan o son balonu patlatmıştı. Sözleşme bir anda buhar olup uçtu. Onu yolundan geri döndürme çağrıları boş bir kubbedeki sedalar gibi geri kendi kulaklarında çınladı. Artık feminizmin yeni favorisi düzenin en eski burjuva partisiydi.
Sizleri sıkma pahasına bu “hikayeyi” anımsattık çünkü, filmi başa sarıp sarıp izletmek gibi bir huyu var feminizmin. Onlar başa sardıkça mecbur biz de unutulmaya bırakılanı (hiç yaşanmamış gibi) hatırlatıyoruz. Çünkü, tekrar tekrar aldatılmak kaderini ezilen kadınların kabul etmemesini istiyoruz.

Dinci-faşist iktidarın, devrimi yenme görevine bağlı kalarak faşizme, ezilenleri teslim almak için tüm ezilenlere, özellikle kadınlara yönelik başlattığı saldırının -ki sözleşmenin iptali de bunun açık ilanıydı- her adımda genişlediği, sonuna vardırma (dinci-faşist bir dikta olarak) isteği inkar edilemezdir. İşte tam bu noktada, dün küçük-orta burjuva sınıftan kadınların başını çektiği “akademik” feminizm nasıl bir rol oynamış ve iktidarın dinci faşist karakteri onları nasıl ilgilendirmemişse bugün de “sol”, “demokrat” menşeli feministler, CHP gibi gerçekte tekellerin politik temsilcisi olan “burjuva muhalefet ile birlikte “Cumhuriyet kazanımlarından vaz geçmeyeceğiz”, “Laisizm kadınlar için tek dayanaktır” diyerek devrimci değişim karşısında aynı uğursuz rolü oynuyor. Aynı uğursuz rol, gelişmelere aynı kör bakışla güya kadın özgürlüğü, kurtuluşu için bir mücadele hattı örüyorlar...
Kadınları, mücadeleyi, laisizm, burjuva cumhuriyet çatısı altında birleştirmek için dökülen dil, tipik bir burjuva partinin söylemiyle birebir aynıdır. Mesele şu, tekelci devlet altında, hele bizimki gibi emperyalizme tümüyle bağımlı, işbirlikçi tekelci devletlerde laisizm ne dinci-gerici faşizmin panzehiri olabilecek kadar bir güçtür ne de kadınların toplumsal eşitliği ve özgürlüğünde... Burjuva cumhuriyetin yüzyılına, sadece birkaç örneğine bakmak bunu görmek anlamak için yeter. Osmanlı despotizmini devralan cumhuriyetin laisizm adına yaptığı bir tek uygulama olmuştur; o da, şeriat ve hilafetin (halifelik) kaldırılmasıdır. Fakat yüzyıl boyunca devletin hep bir dini, hatta mezhebi olmuş, toplumla, azınlıklarla, “yurttaş”larla ilişkisini böyle yürütmüştür. Dine verilen önemde hiçbir değişme gerçekleşmemiştir. Gerektiğinde (yani burjuva sınıf çıkarları gereği) en gerici, dinci kesimleri “aziz”, “değerli”, “duyarlı” vatandaş olarak üstün tutmuş, ezilenlerin, azınlıkların üstüne sürmüştür. (Hatırlamayanlar burjuva gazetelerin çeşitli tarihlerdeki arşivlerine bakabilir?... Misal “6-7 Eylül olayları” gibi.... Misal “Sivas katliamı” gibi...) Bugün iktidarın tarikat ve cemaatlerle ilişkisinden muzdarip olanlar, burjuva devletin şu yada bu ölçüde yüzyıl boyunca bu ilişki içinde olduğunu ya bilmiyor ya da dinleyenlerin bilgisizliğini kendi kurnazca bilgileriyle doldurmak istiyorlar.
Yüzyıl önce tekke ve zaviyeler (bugünkü kullanımla tarikat-cemaatler) yasaklanmıştı. Çünkü nüfusun yüzde doksanı kırsaldaydı ve her bir inancın sayısız koldan oluşan “ocağı”, “kubbesi”, sayısız “imamı”, “piri”, “dedesi”, “hocası” ve bunların da nüfuz ettiği kitle grupları vardı. Bunlar ekseri toprak düzenine bağımlıydı. Haliyle yeni egemen olmaya çalışan burjuva sınıf ve çıkarları karşısında, burjuva bir toplum olabilme açısından bunlar, yemekteki sinekler gibiydi. Burjuva devletin yaptığı, yeni devleti, düzeni kabul ettirmek, yeni düzlemde devletle -en uygun olanları- ilişkilendirmek, yeni burjuva devletin çıkarlarına göre hareket serbestisi vermekti. Örneğin Naksibendi tarikatı (ki Fetö'nün tarikatıdır) bunlardan biridir, en eski ve daima en kullanışlı olandır. Diyanet gibi bir kurum da bu “devletleştirme” içindi. Peki neden hem “yasaklanıp, hem devletleştirilmiş”tir? Çünkü tarih boyunca tüm sınıflı devletlerde olduğu gibi karşı-devrimci konuma sahip burjuva devletler de, halklara, ezilenlere “din afyonu”nu içirmeden varlıklarını uzatamazlar. Laisizme rağmen dine, dinsel gericiliğe, sarılmak zorunda kalırlar. 20. yüzyılda, özellikle proleter ve halk devrimleri rüzgarları kıtaları sarsıyorken hepsi yasaların aksine daha fazla “din devleti” gibi davranmıştır.
Bir şeyi daha hatırlayalım... Bir kere bizdeki burjuva sınıfın ve cumhuriyetin doğduğu koşullarda, genel olarak burjuva sınıf devrimci olma özelliğini de koşullarını da yitirmişti. Yani Türk burjuvazisi yeni doğuyor diye tarih onun için burjuvazinin en baştaki devrimci rolünü vermez, içine doğduğu şartlardaki rolü neyse onunla gelir, o şartlara uygun işlevi icra eder. (O şartlarda bağımsız, devrimci rolü gerçekleştirebilecek tek sınıf, -bugün olduğu gibi- proletarya idi.) O yüzden Türk burjuvazisinin sahip olduğu cumhuriyetin laisizmi hiçbir zaman dine, gericiliğe kapıları kapatmamış, devlet-din işleri ayrılmamış, dinin eski biçimi, örgütlenmesi ıslah edilmiş, bünyeye alınmıştır.
Peki bugünkünün tarikat-cemaatlerle daha yakın oluşunun, “hilafet vaktidir” deyişinin hiç mi anlamı yok? Elbette var. Fakat bu, burjuva devlet sicilini temizlemez, burjuva laisizminin çapsız, niteliksiz oluşunu değiştirmez, övgüye layık kılmaz... Daha önemlisi bugünkü kör gözüne biçiminde yaşanıyorsa, kundaktaki çocuklar dahil olmak üzere toplum üzerine her tür gericiliği oluk oluk akıtmak istiyorlarsa; tüm kurumların baştan aşağı dinsel giysilerle görünmesini arzuluyorlarsa; bunun için hiçbir engel, yasa tanımıyorlarsa çok büyük nedenler vardır. Bir, kapitalist burjuva devletin çöküş ve çürümesi tarihinin görülmemiş boyutlarındadır. İki, toplum üzerindeki denetimi yitirmenin verdiği o çılgın çaresizlik içindedir. Biz buna devrimin kaçınılmaz gelişi diyoruz.
Dinci faşist iktidar bu kaçınılmazlıkları, devrimin bu baskısından biraz olsun kurtulmak için bütün yatırımı dinci-gerici faşist diktaya yapıyor. Onun karşısındaki “burjuva muhalefet” ise (-ki gerçekte karşısında değildir, sistemden kopuş yaşayan halk yığınlarının yarattığı baskı nedeniyle karşıtıymış gibi duruyor) ezilenler devrime akmasın, devrimci politikalar halklar arasında yayılmasın diye eski, dökülmüş, yıpranmış, tarihi geçmiş olana yeni övgüler düzmek ile uğraşıyor. Bu ikisinin birbirinin aynı işle iştigal olduğu açıktır.
Şimdi... “sol” menşeli olmak üzere bilumum feminist grup-örgüt özgürlüğünü isteyen geniş kadın kitlesine diyorlar ki, bu gerçeği unutun, karşımızda en gerici, tüm haklarımıza göz dikmiş dinci-gericiler (faşizm bile diyememesi manidardır) var ve eksik de olsa, burjuva da olsa laisizm etrafında birleşelim, “Cumhuriyet kazanımlarımızdan” vazgeçmeyelim...
Biz komünistler, komünist kadınlar da diyoruz ki, “yeter artık!” Bu politika işbirlikçi tekelci kapitalizmi uçurumdan kurtarmaya yarar, ezilen kadınları, emekçileri, gençleri değil... Sosyalizm, sosyalist kurtuluş çağrısı dururken, kavgayı devrim için büyütmek, devrimci yoldan yürümek varken, bağrından erkek egemenliği hiçbir zaman atmamış olan burjuva cumhuriyetin yetersiz, niteliksiz, tutarsız “kazanımları” mıdır ezilen kadınlara layık olan? Eski, ömrü dolmuş olan, bize gün yüzü göstermemiş, sömürülmemizi ezilmemizi, durdurmamış, bir sistemin yasaları kalsın diye mi dövüşeceğiz?
Ezilenler, büyük bir baskı gücüne, kıyıcılığa karşı bir cesaret ortaya koyuyorlarsa eski olan yerinde kalsın diye değildir. Kavga daima daha ilerisi içindir. Ezilen halklar, kadınlar, gençler, işçiler hayatlarımızı hiçbir zaman daha iyi yapmamış birtakım güçsüz “kazanımları” korumak için değil, devrim için, sosyalizm için her şeyi ortaya koyduğumuzda başardığımızda, hayat bizim olacak ve onu; ezen, sömürenlerden, azade biz inşa edeceğiz. Biz ezilen, sömürülen, aşağılanan, emekçi yoksul, işçi kadınlar, devrim için devrimci yoldan yürürken, bırakalım gerisini burjuvazi düşünsün... Vazgeçemeyeceğimiz tek şey sosyalizmdir, sosyalist kurtuluştur, mücadelemiz de bunun içindir. Dinci-gerici faşizmi yıkmak için devrim, devrim için ileri....







Yorumlar